S-400’lerin ABD’ye Teslimi Tartışmasının Gösterdikleri
Uzun lafı kısaltmak için, Millî Savunma Bakanlığı’nın (MSB) geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamayı ele alarak başlamakta fayda var. Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 hava savunma sisteminin İncirlik’te ABD’ye teslim edileceği haberlerinin Yunanistan tarafından sızdırılmasının ardından, 26 Eylül 2024’te şu açıklama geldi:
“Bu konuda üçüncü ülkeler tarafından yapılan algı oluşturma amaçlı haberlere itibar etmemek, ihtiyatlı yaklaşmak gerekir. Şu an için S-400 ve F-35 konusunda her iki ülkenin de tutumunda bir değişiklik bulunmamaktadır. Biz müttefiklerin birbirlerine kısıtlama veya yaptırım uygulamasının doğru olmadığını, müttefiklik ruhuna aykırı olduğunu her zaman ifade ediyoruz. Beklentimiz müttefiklerimizin ittifakın ruhuna ve ortak güvenlik perspektifine uygun karar alarak örtülü-örtüsüz tüm kısıtlamaların kaldırılmasıdır.”[1]
MSB açıklamasından kısa süre önce, Pentagoncu Michael Rubin 22.09.2024 tarihinde Kathimerini gazetesine konuşmuştu. Gazeteden aktaracak olursak:
“American Enterprise Institute’ta kıdemli bir araştırmacı ve eski Pentagon yetkilisi olan Michael Rubin’in Kathimerini’ye doğruladığı gibi, Beyaz Saray ve Pentagon yetkilileri teklifi temmuz ayında çok üst düzeylere sundular. Rubin, ‘Bölgedeki kaynaklarım, 1-2 Temmuz 2024 tarihlerinde Türkiye’ye yaptıkları ziyarette, uluslararası güvenlik işlerinden sorumlu savunma bakan yardımcısı Celeste Wallander ile ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Avrupa’dan sorumlu Başkan’ın özel danışmanı ve kıdemli direktör Michael Carpenter’ın yakın zamanda Türk mevkidaşlarıyla F-35 anlaşmasını yeniden canlandırmayı görüştüklerini söylüyor. F-35 programına yeniden girmeleri karşılığında Türkiye’den S-400’leri ABD’ye teslim etmesini veya İncirlik üssündeki ABD kontrolündeki sektöre transfer etmesini talep ettiler,’ dedi.”[2]
MSB’nin cevap verdiği iddiaların kaynağının özetle bu satırlar olduğu anlaşılıyor. MSB açıklamasında, 1) Haberin içeriği yalanlanmıyor; 2) “Kendi ülkemiz, istediğimiz yere silâh koyarız,” denmiyor; Teslim için ABD üssünün mevzubahis olduğu örtülü biçimde kabul edilmiş oluyor; 3) Kısıtlamaların kaldırılması karşılığında S-400’lerin ABD kontrolüne verileceği ifade edilmiş oluyor.
S-400 vakası, öncesi ve sonrası ile “eksen” tartışmalarında epey aydınlatıcı izler barındırıyor. Geçtiğimiz on yılda dünya sathında ve Türkiye sınırlarında yaşanan dalgalanmalara dâhil olan Devlet, askerî etki alanını ve sermaye ihraç olanaklarını ciddi biçimde artırmıştı. Türkiye’nin alışılageldik konumunu ve sınırlarını zorlayan sınır ötesi harekâtlar, Suriye topraklarına yerleşme, Libya’ya asker çıkarma, Doğu Akdeniz’deki arama faaliyetleri gibi girişimler emperyalist zincirde çeşitli gerilimlere sebep olmuş; F-35 projesinden çıkarılma, F-16 ve Eurofigther uçak satışlarının engellenmesi gündeme gelmişti. Bu sürecin yeni şartlar altında dengelenme emareleri Rusya-Ukrayna savaşında belirmeye başlamış, Türkiye öncelikle merkeze/ortaya çekilmiştir fakat ricat zorlaması burada kalmamıştır. İdarî ve ekonomik kapasite zorlanabildiği kadar zorlanmıştı.
2023’te Güçlenen Ekip
Süreci, 2023 yılından bu yana hız kazanan bürokratik yapılanmadaki reorganizasyonla ve yerel idarelerin CHP’ye geçmesiyle birlikte değerlendirmek gerek. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve takiben yerel seçimlerden sonra Batı emperyalist sistemiyle yaşanan uyumsuzlukların tamirine hız verilmiştir; Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı’na gelişi bu sürecin bir paçasıdır; yayılmacı politikanın dizginlenmesi için gerekli koordinasyonun sağlanmasında MİT ile dışişlerinin birleşmesi gerekmiş; bu işin kotarılmasında ABD modeli merkeze alınmıştır. Bu çerçevede Hakan Fidan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalarda işaretler bulunmaktadır:
“Devletin kritik stratejik organlarının günün ihtiyaçlarına uygun, yani yeniden reforme edilmesi, reorganize edilmesi fevkalâde önemli. MİT’teyken uzun yıllar alan bir yeniden organizasyon durumu olmuştu. Burada tabiî oradaki tecrübenin üzerine bunu çok daha kısa ve hızlı yapma imkânımız oldu, sağ olsun Cumhurbaşkanımız da büyük destek verdiler aynı MİT’te olduğu gibi. Yani burada bir yıl içerisinde biz özellikle organizasyonel konuda günün ihtiyaçlarına uygun, yani Dışişleri Bakanlığı teşkilâtını reforme etmeyle ilgili hedeflerimize biz yani yüzde 90-95 oranında ulaştık. Burada neyi yapıyoruz? Burada şunu yapıyoruz: Şimdi Türkiye belli uluslararası indekslerin hesaplamalarına göre dış misyon sayısında dünyada üçüncü büyük misyon sayısına sahip, diğer bir tabirle üçüncü büyük diplomatik networkü olan ülke. Bu kadar büyük bir gövdeniz var, 260 misyonunuzla, çok çeşitli konularda faaliyet gösteriyorsunuz. Yani bu gövdeyi yönetecek bir karargâha, bir beyne ihtiyaç var. Dolayısıyla, reorganizasyonu yaparken esas itibarıyla Türk dış politikasının çağdaş, güncel, artık dijital çağı da yönetebilecek ve artık modern diplomasinin gereklerine uygun, konusal giden, hem coğrafyasallığı hem de konusallığı beraber götürebilen bir yapı… bütün büyük ülkelerin Dışişleri Bakanlıklarında diplomatik güvenlikle ilgili bir birim var. En büyüğü tabiî Amerikalıların, Amerikalılar ayrı bir teşkilât olarak kurup, şeye bağlamışlar Dışişleri Bakanlarına.”[3]
Suriye Devleti ile yürütülen müzakerelerin İdlip ve çevresinde konuşlu, Türkiye destekli gruplarda yarattığı sarsıntı, yaşanan ayaklanmalar, bu ayaklanmaların bastırılması süreci yukarıda çizdiğimiz çerçeveye oturmaktadır. Bu süreç hâlâ aktiftir.
2023 Seçimleri sonrası, MİT-Dışişleri, Ekonomi, İçişleri, Emniyet merkezli olmak üzere, devletin çelik çekirdeğine Batı ile uyumlu ve koordineli bir ekibin geldiği açıktır. Bu ekibin temel icraatları arasında; ekonomi politikalarında uyum, faiz artışı, Ayhan Bora Kaplan operasyonu, Sinan Ateş davasının üzerine gidilmesi, MHP’ye yakın emniyet müdürlerinin görevden alınması gibi en temelde Türkiye’nin yayılma politikalarından ricatı içeren ve MHP’nin tasfiyesini koşullayan işler vardır. TUSAŞ saldırısından sonra eleştirilerin yöneldiği Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç de bu dönemde göreve getirilmiş, Ayhan Bora Kaplan dosyasında operasyonları yürüten emniyet grubuna yapılan karşı operasyona rağmen yerini korumuştur. Dinç’in adı daha önce istihbarattan sorumlu iken 10 Ekim saldırısında, saldırganın bilgilerini geç iletmek, Hrant Dink davası gibi olaylarda duyulmuştu; 2007’den beri kamuoyunda bilinen bir isimdir.
Tayyip Erdoğan, 2023 Seçimlerinden bu yana iki kanadın ortasında pozisyon belirlemeye çalışmaktadır. “Yalpalamanın görünen yüzü bugün bir kanatta Bahçeli ise diğer kanatta Şimşek’tir. Bu simalar, devlette ve uluslararası sistemde siyasî ve ekonomik ağları perdelemektedirler. Erdoğan’ın temel faaliyeti dalgalı suda batmadan ilerlemek üzerinedir.”
Savaş İhtimali Karşısında Devletin İran Hafızası ve Kürt Dinamiği
İçeride yürüyen dalgalı seyir devam ederken, bölgemizde yakın bir savaş ihtimali canlanmıştır. Savaş bir noktaya kadar “karar”, bir noktadan sonra fiziksel bir “tetiklenmenin” konusudur. Sahada yoğun yığınak, sürtüşme, karşılaşma gibi yeteri kadar hazırlığın kendisi de savaşı başlatacak bir sebeptir. Hasan Nasrallah ve yoldaşlarının katli sonrası İran’ın İsrail’e etkili misilleme vuruşlarıyla aynı gün, 1 Ekim 2024’te Türkiye’nin elindeki hipersonik ve balistik füze envanteri sosyal medyada dolaşıma sokulmuş, âdeta İran’a bir karşılık/göz dağı verilmiştir. Aynı günlerde yayımlanan Cumhurbaşkanı açıklamasında, Nasrallah’ın adı anılmamıştır. Bu yaklaşım, genel gidişat ve saflaşmayla uyumludur. Diğer yandan savaş ihtimali doğduğu anda, devletlerin sürtüşmeli olsalar da geçmişten bu yana entegre oldukları bloklara yanaşmaları beklenir. Türkiye uzun süredir Batı emperyalist sistemine entegredir ancak bu entegrasyon belirttiğimiz üzere son on yılda sarsıntı geçirmiş; diğer yandan aynı süreçte emperyalist sistemin hegemonik konumu da sarsılmıştır. İran merkezli olası bir savaş ihtimali ise Türkiye içerisinde, emperyalist sistemle bağları onararak kuvvetlendirmek isteyen kesimlere Türkiye özelinde tarihsel bir gerekçe de sunmaktadır. Füze şovuna böyle de bakılabilir.
Belirttiğimiz üzere, yaşanan son hadiselerde, İsrail’in bölgemizde kışkırtmakta olduğu savaş ihtimali ciddi bir etmendir. Savaşın çıkması bir yere kadar plân, program ve irade meselesi, bir yerden sonra ise teknik bir hadisedir. Yeteri kadar gerilim oluşmuş ve yığınak yapılmışsa, “Savaş şu veya bu siyasî nedenlerle çıkmaz,” denilemez, bir aşamadan sonra “kendiliğinden” de çıkabilir. “Sınırdan içeri birkaç füze attırmak” da uygun bir ortam varsa iş yapar. Bu gerçek karşısında, tüm öznelerin tutum alması icap eder. Kaldı ki İsrail, açık bir savaş politikası izlemektedir.
Türkiye açısından verilecek kararın, alınacak tutumun en az birkaç temel cephesi bulunmaktadır. Suriye ile yürütülen süreç, İran karşısındaki tutum, Batı kampındaki konumun restorasyonunu isteyen ekibin hamleleri ve Rusya ilişkileri, olası savaş öncesi temel ağırlık merkezlerini teşkil etmektedirler. Devletler arası ilişkiler esasına göre tanzim edilen modern dünyada, devlet dışı öznelerin varoluş biçimleri ise bu ilişki ağına göre yön almakta, zaman zaman da bu ilişkileri zorlamakta, kırmakta ve yeniden kurmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki, kırılan ve toparlanan yine sermaye gruplarının ortak platformları olan devletlerin ilişki ağlarıdır. Bu açıdan Aksa Tufanı, İbrahim Anlaşmalarından IMEC’e ve doğal gaz yatakları üzerinden yakınlaşmalara kadar kırılan/zorlanan ilişkilere canlı kanlı bir örnek olarak yaşanmaya devam edilmektedir.
Kürt ulusal hareketi, 2014 Kobanê’de ölüm kalım eşiğini geçerken ABD ile ciddi ve girift bir ilişki içerisine girmiş; bu ilişki askerî, lojistik ve siyasî sahalarda boyutlanarak günümüze gelmiştir. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları ve operasyonların arkasının gelme ihtimali, ilişkiyi derinleştiren bir başka etmendir. 2018 yılında, ilân edildiği adıyla Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi gelinen aşamada ordulaşmıştır. Havada savaş kabiliyetine de sahip 70 bin kişilik muharip bir güçten bahsedilmektedir. Çeşitli milletleri ve dinî grupları da içeren bu güç, Türkiye’nin muhatap olduğu ve olacağı tüm ağırlık merkezleri açısından artık göz ardı edilemez bir olgudur.
Türk devletinin İran karşıtlığı, tarihsel ve derindir. Bu karşıtlıkta toprak, nüfus, mezhep iç içe unsurlardır; hepsi birbiriyle ilgilidir. Öyle ki, Kızılbaşların sınırlardan çekilmesi, sahabeye hakaretin İran Devleti tarafından yasaklanması, Amasya ve sınırları belirleyen Kasr-ı Şirin antlaşmalarının maddeleri arasındadır. Denilebilir ki Bağdat ve Basra Şiîliği (dolayısıyla Türk idaresi altındaki sahalarda İran etkisi) bu anlaşmalara rağmen, gerilimli bir tarihsel süreçte varlıklarını korumuşlardır. Diğer yandan, Türk devletinin yönetsel sorunları ve savaş kapasitesinin 19.yy.’ın ilk yarısında dayandığı sınır, uzun süredir İran’la doğrudan çatışmayı gündemden kaldırmıştır. Son doğrudan muharebe 1823 yılında meydana gelmiş; 1826’da yeniçeriliğin kaldırılması depremi yaşanmış, bu sarsıntıyı bürokrasinin ve ordunun reorganizasyonu izlemiştir. Bu tarihten sonra çatışmalar dolaylıdır. Kürtler sınır hattında, âdeta bir koruyucu kalkan/tampon gibi işlevlendirilmek istenilmiştir. Örneğin Tanzimat düzeninin Kürdistan’da klasik mîrlik düzenini dağıtmasının ardından yaşanan kaosa devletin verdiği cevap çerçevesinde bölgede güçlenen Nakşibendi şeyhlerinden Ubeydullah’ın İran seferi çarpıcıdır; isyan ve uzlaşı iç içedir. Ubeydullah, tampon bir güç olarak kalmak istemeyen, bağımsızlık ile onurlu birlik arasında yol arayan bir siyasetin güçlü bir temsilcisidir. 1880’de Kürtleri arkasında birleştirerek İran’a sefer düzenleyen, Mahabad’a kadar hâkim olan ve Abdülhamid adına hutbe okutan Seyyid Ubeydullah, Batı’yla yürütülen müzakerelerin neticesinde gözaltına alınarak İstanbul’a getirilmiş ve neticede sürgünde olduğu Mekke’de vefat etmiştir; oğlu ise İstanbul’da yüksek makamlarda devlete hizmet etmeye devam etmiştir. Bu gerilimli bir ilişki diyalektiğidir, süreklidir; Türkiye’nin kapasitesi, Doğu ve Batı’yla ilişkiler ve Kürtlerin konumu açısından bu işleyişin akılda tutulması gerekmektedir. Bu olgu, Türkiye’nin tarihsel denge siyasetine dâhildir. Neticede olaya başka bir açından bakacak olursak, 1880’de Türk ordusu savaşmadan, İran’da Türk devleti adına hâkimiyet ilân edilmiş ve Türk devletinin inisiyatifi ile süreç bitirilmiştir. Bu sonuç, doğrudan hesaplanarak meydana getirilmiş değildir, vurguladığımız üzere bir diyalektiğin neticesidir. Tarih, işleyişte diyalektik; zeminde ise toprak, nüfus ve sömürü ilişkileri merkezli materyalisttir.
Tüm bu toz duman arasında Bursa’da Uludağ Üniversitesi’nin açılış töreninde konuşan TRT Genel Müdürü Zahid Sobacı konuşmasında, “Bu yılın sonunda TRT Farsça kanalını açacağız. İran’ı rahatsız etmek durumundayız, İran’ı rahatsız etmek zorundayız!” ifadelerine yer vermiştir. Girdiğimiz yeni süreçte devletin takınacağı tutuma işaret etmektedir. Sobacı’nın ifadeleri, devletin hafızasına ve en azından bir kliğin güncel tutumuna uygundur.
Bu dinamikleri ve tarihsel çerçeveyi dikkate aldığımızda, Türkiye’de son günlerde hızlanan “çözüm süreci” tartışmalarının anlamı ve boyutları ortaya çıkmaktadır.
On yıl öncesine göre daha güçlü biçimde ve fakat kapasitesi dâhilinde Batı kampında yerini tahkim etmekte olan Türkiye, bu hamlesini Ukrayna ve muhtemel İran savaşı arasında yapmaktadır. İran’la aynı cephede yer alması olanaksızdır; doğrudan çatışması ise son ihtimaldir; en azından güvenebileceği, kendisi açısından tampon vazifesi görebilecek bir güce ihtiyacı vardır. Diğer yandan Suriye ile normalleşme müzakereleri sürmektedir, Suriye devletinin kontrolündeki Ebu Zeydin sınır kapısı, Esad karşıtı grupların protestoları arasında geçtiğimiz yaz açılmıştır; kapıya bağlanan yolların genişletilerek ticarete Gaziantep üzerinden yol verileceği haberleri dolaşıma girmiş bulunuyor. Öte taraftan Hizbullah-İsrail savaşı sürecinde, İsrail destekli HTŞ unsurları Suriye’nin kuzeyinde hareketlenmiş vaziyetteler. Rusya’nın son günlerde yoğunlaşan havadan bombalamaları, bu kalkışmaya yöneliktir.
Neticede, İran’la gerilim peşinde koşanlarla, Suriye ile gerilim düşürmek isteyen klikler aynı olamaz. Kürt sorununa yaklaşımda bu iki klik gerilmek zorundadır. Zira Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne bağlı güçlerin İran’la Türkiye arasında belli bir denge unsuru olarak konumlanması da mümkündür; olası bir savaşta İran’la çatışmaya zorlanmaları da. Mevcut durumda, geçtiğimiz günlerde yapılan Irak Kürdistan Özerk Bölgesi seçimlerinde PYD’nin tavrı Talabani yanında ve dolayısıyla İran’la çatışmasız bir noktada durmak şeklinde tezahür etmiştir.
MHP’nin Vaziyeti ve Temsil Ettikleri
Ukrayna savaşıyla eş zamanlı biçimde belirginleşen bir başka süreç de MHP’nin kriminalizasyonu olmuştur. MHP ve bağlantılı teşkilâtların Almanya merkezli olmak üzere Avrupa’da ve Sinan Ateş davası ile içeride yasadışına çıkarılması, Erdoğan’ın bu aşamalarda sessiz ve sahiplenmez tutumu bu sürecin bileşenlerindendi. Cinayetten sonra tetikçilere açılan göstermelik bir dava, yanı sıra ucu açık bırakılan bir savcılık soruşturması vardı. Davanın ne şekilde ilerleyeceği, göstermelik hâliyle bitip bitmeyeceği, açık kalan soruşturmaya eklenecek MHP’li yöneticilerin davaya dâhil edilip edilmeyeceği önemliydi. Bahçeli kürsüden davanın bir an önce bitirilmesi çağrıları yapıyordu.
Bahçeli’nin el sıkma hamlesine “içeride sıkışan iktidarın” ömür uzatma ve Erdoğan’ı yeniden seçtirme zaviyesinden bakan yaklaşım, Türkiye’nin son yirmi yılını günlük iniş çıkışlara göre yorumlayan, bağ kurmayan, uluslararası sömürü çarklarının işleyişiyle irtibatları hesaba katmayan bildiğimiz “the muhalefet” yaklaşımıdır.
İran’ın misillemesinden bir gün sonra, 2 Ekim günü Devlet Bahçeli, CHP ve DEM partililerin ellerini sıkmakta; bu esnada Ankara’da Sinan Ateş davası da görülmekteydi. Neticede 2 Ekim günü, dava açıldığı şekilde kapatılmıştır. Davanın 4 Temmuz tarihli önceki celsesinde ise Ayşe Ateş’in yanına CHP Genel Başkanı Özgür Özel oturmuş, onun gözetiminde (Almanya’nın gözetimi olarak kabul edebiliriz) MHP’li üst düzey yöneticilerin adları mahkeme tutanaklarına geçirilmişti. Bir yerden bir yere gelindiği anlaşılıyor. Savcılıkta açık bırakılan dosyanın akıbeti ise önümüzdeki gelişmelere göre belirlenecektir.
El sıkma hamlesini, Bahçeli’nin kürsüden doğrudan Öcalan’a yaptığı silâh bıraktırma ve bir hafta sonra Meclis’e girme çağrısı takip etmiştir. Bu sözlerle bir süreç başlamamıştır, zaten yürümektedir, görünür hareket ve sözler, daha çok toplumun alıştırılması ile ilgilidir.
Türk devlet mekanizmasının işleyişinde bireysel menfaat, klik çıkarları ve devletin yüksek çıkarlarının iç içe geçtiği gerçeğini de unutmamak gerekmektedir. Teorik bir zeminde, bunları birbirinden ayrıştırarak yapılan çözümlemeler, neticede olanı anlamamayı beraberinde getirmektedir. Türkiye, 14.yy.’da temelleri atılmış, 15.yy.’da imparatorluk vasfı kazanmış, 16.yy.’dan itibaren modern kapitalist dünyaya kapı aralayacak bir bürokrasiyi mayalamıştır. Nihayetinde belli bir bürokratik hiyerarşi ve işleyiş temin etmiş ve çağın şartlarına göre bu bürokrasi Tanzimat ve Cumhuriyet idarelerini meydana getirmiştir. Bu oluşum süreci, teoride, Platon’un erdemli bir iş bölümü ve sadeliğe dayalı ideal devlet düzenin yerini Machiavelli’nin modern devletinin aldığı bir döneme denk gelir. Yani Türk devleti şekillenirken artık siyasetin teorisinde bile “ahlâk, erdem, bireysel çıkarlardan arınma” vs. söz konusu değildir. Tersinden, Machiavelli Prens’i yazarken bir esin kaynağı da Fatih ve Beyazıt idaresinde inşa edilen Türk İmparatorluğu’dur.[4] Bugün devletin konum alışları değerlendirilirken zorlama ayrımlara gidilmemelidir. Erdoğan’ın, AKP’nin, MHP’nin ve Devlet’in çıkarlarının bir arada yürümesi/çatışması bir “çarpıklık” veya “ara dönem bozukluğu” değil, kuraldır.
MHP kliğinin, sahneden çekilmemek üzere yürüttüğü yarı açık yarı örtülü operasyonlar ise gözden kaçmamalıdır. Daha önce Kaplan operasyonunu yapan emniyet ekibi bariz bir kontra operasyonla Yerlikaya’nın elinin altından alınmıştı. Devlet Bahçeli, 22 Ekim 2024 tarihinde, Öcalan’ın tecritte tutulduğunu kabul ederek[5] Meclis’e girmesi için çağrı yaptığı konuşmada, “Yeni Doğan Çetesi”ne de değindi, bu değininin içeriği ilk bakışta gariptir. Bahçeli, tarihiyle birlikte CİMER başvurusunun ve soruşturmayı yürüten savcının adını anarak konuştu. Bahsi geçen CİMER başvuru metni medyaya düşmüştür, içerikten yoksundur. Savcının ise MHP’li olduğu, soruşturma sürecinde çete mensuplarının telaşa düşerek AKP’yi dara sokacak telefon konuşmaları yaptığı, bebek ölümlerinin takip edilerek bir aşamaya kadar müdahale edilmediği, bahsi geçen doktorun kullanışlı bir geçmişe sahip olduğu ortaya dökülmüştür. Bahçeli, geçtiğimiz aylarda elinin altında olmak kaydıyla bir dosya fotoğrafı paylaşmıştı.
TUSAŞ saldırısı sonrası Öcalan ve partisinin alacağı tutum; devlet tarafında ise Batıcı klikten açık tasfiyelerin olup olmayacağı gidişatta belirleyici etmenler olacaktır.
MHP’nin zahirde temsil ettiği Ankara merkezli, dış politikada dengeci, Batı kampı ile mesafeli, özellikle imalat ve sanayi sermayesi lehine yayılmacı kliğin gerek kendi yaşamını sürdürmek için ortaya attığı taktikler gerekse de Türkiye’ye tayin etmek istediği istikamet ile Mehmet Şimşek, Ekrem İmamoğlu gibi oyuncuların perdelediği Batı ve özellikle finans sermayesiyle uyumlu, ABD’nin bölge plânlarına yakın kliğin çıkarları çatışmaktadır. Eksen yalpalamasının ağırlık merkezleri bu şekilde de teşhis edilebilir.
Toparlayacak olursak, içinden geçtiğimiz süreç, iç/dış ayrımına tâbi değildir. Türkiye, içeriyi ve dışarıyı ortak kesen bir dikine burjuva ayraçla muhataptır. Türk devleti son yıllarda içeride ve dışarıda entegre bir uyum sürecine zorlanmaktadır, istikameti Batı emperyalist kampıdır ve fakat artık eli on yıl önceye göre daha güçlüdür; bu güç birikmesi mutlak bir uyumu imkânsızlaştırmaktadır. Sınır aşan müdahaleler, sermaye ihracı ve sermayenin kendi yayılma istekleriyle doğrudan ilgilidir. Bu işin bir yanı BRICS’e çıkmaktadır. Türkiye hâlihazırda Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve Afrika’da ordusu ve sermayesiyle pazarlıktadır. Bunlar hanesinde artıdır. Enerji yollarının ve stratejik üstlenmesinin Türkiye’nin güneyine ve dışına kayması tehlikesi ise zararına işleyen bir süreçtir. Bu süreç Aksa Tufanı ile sekteye uğramış vaziyettedir. Türkiye’nin ve Suriye’nin BRICS’e müracaatını hazırlayan pratikte Aksa Tufanı olmuştur. Nihayetinde, ilk defa bir NATO ülkesi BRICS toplantısında aktif rol üstlenmiştir. Ülkenin ekonomik ve örgütsel kapasite sorunları ise bir başka zorluk alanıdır; bu sorunlu alan Batı’ya entegre kliğin eylem sahası hâline gelmektedir. Şimşek’in temsil ettiği her şey, burada türemektedir. Türkiye, aynı zamanda savaş tehlikesi ile karşı karşıyadır fakat bu esasen halklar için bir tehlikedir; Devlet denen platformda yer alan taraflar için fırsat ve zorluklar anlamına gelmektedir.
Bu vasatta, Türkiye’de halkın fraksiyonları noksandır; bu noksanlık bilmede, kavramada ve fırsatlardan istifade etmede toplumun önündeki en büyük engeldir. Halklar arasına sokulan nifaklar, sermaye lehine savaşlar, emperyalizm ve Siyonizm menfaatine körüklenen millî ve mezhebi düşmanlıklar, dinamitlenen onurlu birliktelikler bir yerde bu eksikliğin cezasıdır.
Gökçe Kutlu
24 Ekim 2024
Dipnotlar:
[1] “MSB: (Lübnan’daki gelişmeler) Olası tahliye harekatı kapsamında ön planlama ve ön hazırlıklar yapılmaktadır”, 26 Eylül 2024, AA.
[2] “Talks on S-400 seen nearing a compromise”, 22 Eylül 2024, Kathimerini.
[3] “Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan’ın Anadolu Ajansı Editör Masası'na Verdiği Mülakat”, 19 Eylül 2024, MFA.
[4] “Türk monarşisi tek bir baş tarafından yönetilir; ötekiler onun kullarıdır. Krallığını sancaklara bölmüştür ve oralara keyfince yöneticiler atar, isterse yerlerini değiştirir, isterse görevden alır… hüküm sürme tarzını ele alan biri Türk’ün toprakları fethetmekteki güçlüğü ama bir kez fethedildi mi de tutunmaktaki büyük kolaylığı görür… prensin yakın çevresindekilerin tümü onun yoktan var ettiği ve ona şükran borcu olan kimselerdir, yozlaştırılmaları da zordur… ve hatta yozlaştırılsalar bile bu yine de pek fazla yarar sağlamaz çünkü daha önce değinilen nedenlerle halkı arkalarından sürükleyemezler… ordusunu kuramayacak denli bozguna uğratırsa o zam an yenik düşenin soyundan başka korkacağı kimse kalmaz.” Machiavelli, Prens, çev. Nazım Güvenç, Anahtar Kitaplar, 2. Baskı, 1994, İstanbul, s. 53-54. Türk bürokratı ve askeri ile onun devletle ilişkisi üzerine bu açıklıkta bir kavrayış ancak çok yoğun ve dolaysız bir inceleme ile mümkün olmuş olmalı. Bugün kendi yaşadığı toprakların diyalektiğine yabancı yüzlerce ciltten daha derin satırlardır bunlar; örneğin 15 Temmuz darbe girişimi sürecini anlamak da dâhil olmak üzere, yüz yıllar öncesinden hâlâ ışık tutmaktadır. Türkiye’yi doğrudan tetkik ettiğini göstermesi açısından, bir ip ucu olarak, Machiavelli’nin yukardaki satırlarda kullandığı “sancak” sözcüğü çeviri değildir, İtalyanca orijinal metinde bu şekilde yer almaktadır; Türk idarî teşkilatlanmasının üzerine dolaysız gözlemleri ifade etmektedir, a.g.e., s. 53, Dn. 4. Türkiye’de ortaya çıkan siyasî idare metotları, 16.yy.’dan bu yana, Modern devlet teorisinin oluşumunda temel ayraçlardandır; “derin devlet–deep state” kavramının Türkçede türemesi ve İngilizceye geçmesi gibi. Bkz. Francis Fukuyama, “In Defense Of The Deep State” [Derin Devlet Savunması], Asia Pacific Journal of Public Administration, 2023, 46/1, 1–12, TFO.
[5] Tecrit olgusu Türk devleti tarafından düzenli olarak reddedilmekteydi, BM’nin bu konuda inceleme ve ziyaretleri bulunmaktadır. İlk defa devlet katında tecrit vakası kabul edilmiş oldu. Kürt ulusal hareketinin 2023 Ekim ayında başlatarak bir yıldır sürdürdüğü tecrit karşıtı kampanya geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da gerçekleştirilen yürüyüşle son bulmuştu. Bu kampanya kapsamında 2024 Şubat ayında Avrupa’da yapılan konferansın karar metininde aynen Bahçeli’nin konuşmasında geçtiği biçimde, şu ifadelere yer verilmişti: “Abdullah Öcalan’ın tecridinin derhal kaldırılması ve ‘Umut Hakkı’ kurumu uyarınca serbest bırakılması. Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürt sorununa siyasî bir çözüm bulunması için Ekim ayında dünya çapında başlatılan ve Türkiye ve Orta Doğu’da demokrasi ve barışın bir şansı olması için uluslararası yankı uyandırması gereken kampanyaya atıfta bulunuyoruz.” “Konferans Kararları”, 19 Şubat 2024, EUTCC. Konferansın merkezinde Avrupa’daki Kürt örgütleri yer almaktadır.