İlk Temaslar
Türkiye-Çin ilişkileri ele alınırken, bahsedilmesi gereken ilk husus, Çin’in Türkiye’ye ilgi duyan ülkelerin başında geliyor oluşudur. Öyle ki bu ilgi, yazılı tarihinin ilk dönemine kadar takip edilebilmektedir. Han Hanedanı (İÖ 206 – İS 220) dönemine ait kayıtlarda, Anadolu’nun da içinde yer aldığı Asya’nın batısında bulunan birçok bölgeyle ilgili bilgiler mevcuttur. Pekin’de eğitim almış olan Giray Fidan’ın aktardığına göre, Çin kaynaklarında Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasından “Rum” veya “Rumi” olarak bahsedilmekteydi. Türkiye’ye olan ilgi, özellikle XIX. yüzyılın sonlarında, Osmanlı’da gerçekleşmekte olan modernleşme (kapitalistleşme) çabaları dolayısıyla daha da belirgin hâle gelmiştir. Kang Youwei, Liana Qichao ve Hu Hanmin gibi entelektüellerin yanı sıra Qing Hanedanı da Osmanlı’daki reformları anlamaya çalışmış, hatta 1909 tarihli bir arşiv belgesine göre, 1876 Osmanlı Anayasası’nın Çince tercümesi, hanedanın Paris’te bulunan diplomatı tarafından Pekin’e gönderilmiştir.[1]
II. Meşrutiyet’in ilânından üç gün sonra Osmanlı başkentine gelen dönemin ünlü entelektüellerinden Youwei, Osmanlı’yı örnek göstererek Çin’de reformların gerekliliği ve kaçınılmazlığı üzerine bir rapor hazırlamış ve bunu İmparator’a sunmuştur. İstiklâl Harbi’nin ardından ise Türkiye’ye olan ilgi daha da artmıştır. Kuomintang (Çin Milliyetçi Partisi), Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasını ilgiyle takip etmekte, örnek alınması gerektiğini dile getirmekteydi. Çinli komünistler de Türkiye’deki “bağımsızlık mücadelesi”ni savunmaktaydı.
Çin Komünist Partisi’nin erken dönem liderlerinden ve Mao’nun yakın dostu Cai Hesen, Çin’deki ilk komünist dergi olan Xiang Dao’nun [Kılavuz] 1922 tarihli üçüncü sayısında yer alan “Türk Milliyetçi Partisi’ne Zafer Diliyoruz” başlıklı makalesinde, son yüzyılda Türkiye ve Çin’den başka hiçbir ülkenin uluslararası alanda bu denli baskıya maruz kalmadığını belirtiyor ve “Türkiye’nin zaferini ve gelecekte uluslararası emperyalizmden tamamen kurtularak tam bağımsız ve özgür bir ulus hâline gelmesini kutlarız,” diyordu. Dönemin önemli Marksist teorisyenlerinden olan Hesen, 1925 yılına kadar derginin baş editörlüğünü yürütmüştür.
Yine derginin aynı sayısında yer alan Gao Junyu imzalı “Türk Millî Ordusunun Kazandığı Zaferin Uluslararası Değeri” başlıklı makalede, M. Kemal’in askerlerinin üç yıl süren mücadelesinin ardından büyük bir zafer elde edildiği, Türkiye’nin artık emperyalist baskıdan kurtulma umudu taşıdığı yazılmıştır.
Dünyanın birçok ülkesinde bulunmuş ve felsefî metinlerin yanı sıra çeşitli gazete ve dergilerde kapsamlı seyahat yazıları kaleme almış olan Hu Shiqing, 1924 yılında Türkiye’ye de gelmiş ve Türkiye Günlüğü başlığıyla yayımlanan metni, Çinli bir entelektüel tarafından Cumhuriyet Türkiye’si üzerine yazılan ilk seyahatname olmuştur. İlginçtir, günlüğündeki 28 Mart tarihli kısımda, bir ara Eskişehir’e gittiği trende aynı vagonu paylaştığı ve biri İngilizce, diğeri ise biraz Fransızca konuşabilen iki milletvekilinden söz etmiştir. Her ikisinin de Meclis’te Latin harflerine geçişi savunduğu aktarılmış ve Shiqing’in mebuslarla yaptığı konuşmada, kendisine tek parti sisteminin sadece ulus inşası ve ülkeyi inşa etme sürecinde uygun olduğu ancak bundan sonra en az iki partinin olması gerektiği söylenmiştir. Bu da aslında, bu mecradaki başka bir yazıda aktarılan ve M. Kemal’in “kontrollü muhalefet”in oluşturulmasına dair İsmet Paşa’ya söylediklerini destekler niteliktedir.
Çin Cumhuriyeti’nin seçkin bir diplomatı ve ABD’deki ilk büyükelçisi Alfred Sze, Cumhuriyet’in ilânından sonra Türkiye’ye gelen ikinci Çinlidir ve 1925 yılında ABD’den Türkiye’ye seyahat etmenin zorluğu ve yazılan notların dört farklı dergi ve dönemin popüler gazetesi Shen Bao tarafından yayımlanmış olması, Çinlilerin Türkiye’ye olan ilgisinin bir göstergesidir. “Yakın zamanda kurulan Türkiye ve halkının sorunları ele alma şekilleri, ülkemiz için görkemli bir örnek ve bizim için bir aynadır,” demekteydi Sze. Kapitülasyonların ortadan kaldırılması konusunda Türkiye’nin kararlı bir politika benimsediği, ülkedeki avantajlı konumlarını kaybetmek istemeyen emperyalistlerce ileri sürülen gerekçe ve argümanların Çin’e karşı kullanılanlarla aynı olduğu söylenmektedir. “Türkiye’nin haklarını, yabancı güçlerden geri alması sürecinde günümüz Çin’inin ders alabileceği birçok önemli nokta bulunmaktadır,” diyen diplomat, Türkiye’nin deneyimlerini kendi ülkesi için bir referans noktası olduğuna inandığını yazmıştır.
Türkiye’ye olan ilgisi II. Meşrutiyet günlerine kadar uzanan ve Kuomintang hükûmetinde önemli görevlerde bulunmuş olan Hu Hanmin, 1928 yılında Sun Yat Sen’in oğlu ve dönemin Maliye Bakanı Sun Ke ile birlikte Türkiye’ye gelmiş ve buradan övgüyle bahsetmiştir. Görüştüğü İsmet Paşa’dan da övgüyle bahseden Hanmin, özellikle ülkedeki malî politikalara olan hayranlığını vurgulamıştır.
Çin’in Türkiye’ye atanan ilk büyükelçisi General He Yaozu, 1925 tarihinde yayımlanan “Türkiye’nin Ulus İnşası ve Üç Halk İlkesi” başlıklı makalesinde, ülkedeki genel gözlemlerini aktarmış ve bunun kendi ülkesindeki Üç Halk İlkesi’ne denk düştüğünü ifade etmiştir.
TC’nin erken dönemlerinde ülkeye gelen ve görüşleri aktarılan Çinlilerin tamamı buradan övgüyle bahsetmiş ve kendi ülkesiyle olan benzerliğine vurgu yapmıştır.
Tabiî Fidan’ın önemli aktarımları dışında, Türkiye’ye olan ilginin bir başka ve belki de daha önemli nedeni: “Batılı güçlerin Türkiye üzerindeki oyunlarının Çin’e yayılması ihtimali karşısında, buna hangi politika ve yöntemlerle karşı konulabileceğine yönelik arayıştan kaynaklanıyordu.”[2] Dünyayı tanımaya çalışan Çinli yöneticiler, bu anlayışla Batılı güçlerin yayılmacı plânlarını ve diplomatik taktiklerini anlama imkânı sağlamıştır:
“Batılı güçlerin baskı ve istilasını önleme içgüdüsüyle, aynı baskı ve istilaya hedef olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dış politikasını anlama ve öğrenme sürecine giren Çin, bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nu her yönüyle incelemeye aldı ve çok sayıda ayrıntılı rapor yayımladı. Osmanlı yönetimi de Qing Hanedanlığı’yla modern anlamda diplomatik ilişkiler tesis edilmesi yönünde pek çok girişimde bulundu.”
Türkiye “Doğu’nun hasta adamı” olarak görülürken; Çin’in de “Uzakdoğu’nun hasta adamı” olarak görüldüğü unutulmamalıdır, zira Çin, batıya çok daha yakın olan Türkiye’yi takip ederek kendi önlemlerini önceden alma imkânına sahipti. Bu anlayış, özellikle Osmanlı-Rus Harbi ardından daha belirgin hâle gelmiştir.
Çin yönetimi içinde, Türkiye’nin din unsurunu öne çıkartarak Çin’i etkilemeye ve Çin’in etnik sorunlarına müdahil olmaya çalıştığı yönünde bir görüş de vardır:
“20. yüzyılın başlarında, Türkiye’den Çin’in Pekin, Şanghay, Jiangsu ve Xinjiang gibi bölgelerine Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm amaçlı propaganda faaliyetleri için gönderilen temsilcilerin sayısında belirgin artış yaşandı. Xinjiang Valisi Yang Zengxin’in görevde bulunduğu 1912-28 yılları arasında pek çok imamın, Müslümanlığın yayılmasını sağlamak üzere bölgeye geldiği ancak imamların fiiliyatta Pan-Türkçülük propagandası yaptığı, bu kişilerin bir bölümünün İngiltere için misyonerlik adı altında bölgeye gönderdiği görülüyor.”[3]
ÇHC Dönemi ve Soğuk Savaş İklimi
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ise Türkiye’nin Adnan Menderes dönemiyle birlikte NATO’nun bir uydusu hâline getirildiği döneme denk gelmiştir. “Küçük Amerika” olması arzu edilen Türkiye, ÇHC yerine Tayvan’daki Milliyetçi Çin Cumhuriyeti’ni tanımaya devam etmekteydi. Çinli komünistlerle kurulan ilk temas 1955 yılında, Türkiye’nin onur konuğu olarak davet edildiği Bandung Konferansı’nda gerçekleşmiş fakat Türk Hükûmeti açıkça ABD ve Batı yanlısı bir tutum sergilemiş, ÇHC “kızıl tehdit” olarak değerlendirilirken Tayvan ve Güney Kore’ye destek mahiyetinde ziyaretler gerçekleştirilmiş, hatta Menderes bizzat bu ülkelerin parlamentolarında konuşmalar yapmıştır. Bu ülkeler ve elbette Japonya, 1950’lerin ortalarından itibaren ABD’den beklenen kredileri alamayan Türk yöneticiler tarafından yeni kredi kaynakları olarak görülmüştür. ABD ile yaşanan bu “kırılma”, SSCB’ye yanaşılması ve ticarî ilişkilerin geliştirilmesini gündeme getirmiş, 11 Nisan 1960 tarihinde Türk Dışişleri Bakanlığı, Başbakan Menderes’in Kruşçev’in daveti üzerine temmuz ayında Moskova’ya gideceğini duyurmuştur. Ancak Menderes’in aldığı yanıt askerî darbe olmuş ve sonunda idam edilmiştir.[4]
1964 yılında bu kez Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesi üzerinden ABD ile bir gerginlik yaşanmış, Başbakan İnönü’nün bu niyetine karşılık meşhur Johnson Mektubu ile Türkiye sert bir şekilde ABD’nin tehdidi ile karşılaşmıştır. Türkiye’de ABD karşıtı büyük bir tepkiye neden olan bu olay, ÇHC’nin tanınması ve SSCB ile ilişkilerin geliştirilmesini gündeme getirmiştir. Esasında Türk bürokrasisi içerisinde bu olaydan bağımsız olarak ÇHC’nin tanınmasına dair bir istek ve hazırlık bulunmakta fakat Süleyman Demirel ve onun Adalet Partisi buna set çekmekteydi. 13 Nisan 1965’te Pekin’de kabul ettiği Türk gazetecilere bir açıklama yapan dönemin ÇHC Başbakanı, Türkiye ile ilişki kurmak istediklerini dile getirmişti. TC’nin bugün de görülen “her yana oynama” politikası o günlerde de hâkimdi ve yöneticilerden bir kısmı Pekin ile ilişki kurarken, bazıları da (mesela eski Köy İşleri Bakanı Lebit Yurdoğlu) Tayvan’a ziyarette bulunmaktaydı. TC-ÇHC arasındaki gerek resmî gerekse “iş dünyası” düzeyindeki gelgitlerin bir sonuca ulaşması ancak Demirel hükûmetinin 12 Mart müdahalesiyle istifa ettirilmesinin ardından kurulan Nihat Erim’in başbakanlığındaki hükûmet programıyla sağlanacak, ilk kez bir hükûmet programında ÇHC ile ilişkilerin kurulmasına dair bir ifadeye yer verilecekti.[5] TC-ÇHC ilişkileri, ÇHC-ABD ilişkilerinin tesisi ve ÇHC’nin BM’ye kabul edildiği bu dönemde gerçekleşmiştir.
ÇHC’nin tanınması ve Tayvan’a sırt dönülmesi karşısında en sert tepki yine Demirel’den gelmiş, “Kızıl Çin’i alelacele tanımak, Türkiye’ye bir yarar sağlamayacaktır. Ayrıca memleketimize dostane hislerle bağlı ve anti-komünist bir memleket olan milliyetçi Çin ile münasebetlerimizin kesilmiş olmasını üzüntü ile karşıladığımızı beyan ederim,” demiştir. Demirel’e yanıt veren Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş, “Kızıl Çin” ile ilişkilerin kurulması yolundaki girişimlerin Adalet Partisi iktidarı zamanında başladığını belgeleriyle birlikte açıklamıştır.[6] Demirel nezdinde açığa çıkan ikiyüzlülük, burjuva siyasetinin bugün de sürmekte olan tipik hâlleridir.
TC’nin ÇHC’yi resmî olarak tanıması Bretton Woods sisteminin son bulduğu dönemde gerçekleşmiş ve yine Maoculuğun Türkiye’deki macerasının da bu dönemde başlamış olduğu gözden kaçmamalıdır. Duygusal değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak eğer, bir ideoloji olarak Maoculuğun Türkiye siyasal hayatında vuku bulan esas tezahürü, İbrahim Kaypakkaya veya ardılı olan geleneklerin çok sınırlı bir zaman ve dar bir çevrede zuhur etmiş olan etkisinden ziyade, doğrudan Çin Devleti’nden (dolayısıyla örtük biçimde Britanya’dan) nemalanan ve en gür sesle onun propagandasına soyunan Doğu Perinçek ve şürekâsıdır.[7] Onun doğrudan veya dolaylı tedrisatından geçmiş olanlar ise gönüllü aparatlardan fazlası değildir. Bugünkü Çin’in “sosyalist” olarak pazarlanabiliyor oluşundaki esas temel buralardan yükselmektedir.
1980’li yılların neoliberal dalgası hem TC’yi hem de ÇHC’yi etkisi altına almıştır. 1982 yılında dönemin cumhurbaşkanı faşist Kenan Evren, 1985 yılında ise dönemin başbakanı Turgut Özal bu ülkeye gitmiştir. Her iki ziyarette özel sektör temsilcileri de yer almış, Türk iş insanları “yapılan bu faaliyetlerin neticesini almaya ve Çin pazarından faydalanmaya” davet edilmiştir. Özal’ın ziyareti sırasında 150 milyon dolarlık bir ticaret anlaşması imzalanmış; Türkiye’nin Çin’den pamuk, ham petrol, kömür alması ve bu ülkeye krom, fındık, kuru üzüm, ev âletleri ve otomotiv yan sanayi ürünleri satması öngörülmüştür.[8] Ancak Türk sermayedarlar ihracatçı olarak ayrıldıkları Türkiye’ye ithalatçı olarak dönmüşlerdir:
“Bu dönem, ihracat amacıyla Çin’e giden Türk şirketlerinin Çin’e mal satmanın kolay olmadığı şeklinde genel ve aslında tam olarak doğru da sayılamayacak bir algı edindikleri ve ihracat yerine düşük maliyetli Çin ürünlerini Türkiye’ye ithal ederek kâr elde etmeyi tercih ettikleri bir dönem oldu.”
2000 Sonrası
2000 yılında, yani ÇHC’nin Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinden kısa süre önce, dönemin Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin, Türkiye’ye gelmiş; iki ülke arasında daha yakın işbirliği kurulmasına ilişkin ortak bir bildiri imzalanmıştır. Ne ki, bildirinin Türkiye’ye olan getirisi, Çin’den yapmakta olduğu ithalatın katlanarak artmasından ibaret olmuştur. Bu dönemde Ankara Ticaret Odası tarafından hazırlanmış olan bir rapora göre, Çin mallarının Türkiye’deki pazar payı bazı ürünlerde %95’i bulmuş; yerel üreticilere zarar vermiş, işsizlik ve kaçakçılığın önünü açmıştır. 2 Mayıs 2003 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Çin Halk Cumhuriyeti Menşeli Malların İthalatında Korunma Önlemleri Hakkında Karar yürürlüğe girmiş olsa da, Çin mallarının Türkiye’ye giderek artan şekilde girmesine engel olun(a)mamıştır (Kararname 2017’de yürürlükten kaldırılmıştır ve bir yıl sonra, 2018 yılında Türkiye’den Çin’e toplam 2.92 milyar dolarlık ihracat yapılırken, buna karşılık söz konusu ülkeden 20.72 milyar dolarlık ithalat gerçekleştirilmiştir).[9]
2010 yılında dönemin Çin Başbakanı Wen Jiabao da Türkiye’ye gelmiş ve Türk-Çin ilişkileri “stratejik ortaklık” seviyesine yükseltilmiştir. Bu dönemde, 2008 yılından itibaren İstanbul ve Ankara’da Konfüçyüs Enstitüleri açılmaya başlanmış; yine bu kapsamda Çin medyası da Türkiye’de önemli bir yapılanma içine girmiştir. Uzun yıllardan beri Çin’den Türkiye’yle ilgili yayın yapan Çin Uluslararası Radyosu artık Türkiye’den de yayın yapmaya başlamıştır.[10]
Türkiye, 2013 yılında ilân edilen Kuşak ve Yol Girişimi’ne ilk destek veren ülkeler arasında yer almış; aynı zamanda KYG’nin finansal işbirliği çerçevesini oluşturacak olan Asya Altyapı ve Kalkınma Bankası’nın da kurucu üyelerinden biri olmuştur.[11] Esasında KYG/OBOR, 2010’lu yıllarda ekonomisi durgunlaşan Türkiye için bir fırsat olarak görülmüştür. Ankara’nın da tarihî İpek Yolu’nu canlandırmak amacıyla “Orta Koridor” adlı bir projesi bulunmaktaydı. Proje, Çin’in Orta Asya ve Hazar üzerinden Türkiye’ye, Türkiye’den de Avrupa’ya bağlanarak ticareti ve dolayısıyla iktisadî ve siyasî ilişkileri geliştirmeyi hedeflemekteydi. Hem TC hem de ÇHC’nin projeleri birbirlerine paralel görülmüş ve 2015’teki G-20 Zirvesi’nde iki ülke arasında bir mutabakat imzalanmıştır. Çin’in Türkiye’deki ulaşım-altyapı projelerine destek sağlaması Ankara’nın başlıca hedeflerinden biriydi ve bu bağlamda KYG için kurulan bankaya üye olunmuştur. Türkiye’nin projeye dâhil edilmesinden sonra Çin tarafından Türkiye’de yapılan doğrudan yatırımlarda önemli bir artış olmuş; Türkiye, Çin bankaları ile çeşitli kredi anlaşmaları yapmıştır.[12] Şüphesiz, Osmanlı’dan beri “yol yapımı” oldukça temel ve etkili bir propaganda aracıdır fakat söz konusu dönem hem Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçildiği hem de bir döviz krizinin yaşanmaya başladığı 2018’de, belki de daha önce hiç olmadığı kadar etkili bir propaganda malzemesini de beraberinde getirmiştir.
Kimi ulusalcı çevrelerce dillere pelesenk edilenin aksine, devletin tamamen Asya merkezli bir kalkınmaya doğru dümen kırdığını söylemek mümkün olmasa da, özellikle 15 Temmuz dümeninin ardından, öncesinde Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ordudan tasfiye edilerek yedeğe alınan yüksek rütbeli subayların, ABD sistemini temsil eden Gülen Cemaati’nin “düşman” kategorisine eklenmesiyle birlikte salıverilmesi, Asya’ya yönelişin ardındaki belki de en önemli nedendir. Söz konusu davalarla tasfiye edilen askerî ve sivil kadrolar, Asya’ya yönelerek “alternatif bir dış politika” belirlenmesi gerektiğini ifade etmektelerdi. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın Rusya ve İran ile yakın ilişkiler kurulması gerektiğini söylemesi bu açıdan önemli bir örnektir.[13] Silivri sürecinde Perinçek ekibine yedeklenen yüksek rütbeli subaylar, oradan yapılan Çin propagandasına “stratejik” temeller geliştirilmesi noktasında katkıda bulunacak, Erdoğan’ı kıskaca alan MHP’nin kitle tabanına uygun bir “Turan” hülyası da sürece eklenecekti. Bu kesimler, bilinçli veya dolaylı yoldan, kullanabildiği her bir aktör üzerinden geçmişte at koşturduğu kadim coğrafyaya yeniden egemen olma gayretindeki Britanya’nın siyasî projeksiyonuna eklemlenmektedir.
Türkiye’nin KYG bağlamındaki yeri üzerine hâlihazırda İrfan Özgül’ün önemli bir çalışması bulunmaktadır, dolayısıyla burada detaylandırmanın gereği yoktur. Son gelişme ve verilere bakacak olursak eğer; 2023 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 48.3 milyar dolara ulaşmış ancak Türkiye’nin buradaki ihracatı yalnızca 3 milyarı dolar olup, geriye kalan 45 milyar dolarlık kısım Çin’den yapılan ithalat oranıdır. MİT Müsteşarlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na geçen Hakan Fidan, 2024 Haziran’ında Çin’e gitmiş ve teknoloji yatırımlarının Türkiye’de yapılmasına yönelik bir çağrıda bulunmuştur. Orta Koridor’un ve Kalkınma Yolu Projesi’nin KYG’ye entegrasyonu da değerlendirilmiştir.[14] Türk burjuvazisi cephesinden yapılan açıklamalarda, ekonomik imkânlar kadar yitirilebilecek pazarlar da göz önünde tutulmakta, dolayısıyla daha dengeli bir tutum izlenmektedir.[15] Ulusalcı kesimin sıklıkla dile getirdiğinin aksine, Türkiye’nin KYG için vazgeçilmez bir güzergâh ve lojistik üs olacağı beklenmemelidir; daha çok masadaki seçenekler arasında bulunmaktadır. Yakın zamandaki en önemli gelişme ise hiç şüphesiz, elektrikli otomobiller üzerinden dünya otomotiv piyasasındaki Alman egemenliğine set çekmiş olan Çinli BYD’nin Manisa’da fabrika kuracağı ve burada üretilecek otomobillerin de Avrupa pazarına satılacak olmasıdır.[16]
Solda İki Damar, Tek Kanal
ÇHC’nin bugünkü jeopolitik ekseni, esasen Britanya’nın global hâkimiyetiyle ilgilidir ve “sosyalizm” adına Çin’e bağlananlar da aslında doğrudan veya dolaylı olarak Britanya çizgisine bağlanmaktadırlar.
Bugün Türkiye’de CGTN Türk gibi doğrudan Çin’e bağlı olan yayın organları dışında Yön Radyo, Aydınlık/Ulusal Kanal, Harici vb. gibi örtük destekle faaliyetini sürdürenler de bulunmaktadır. Perinçek güruhuna bağlı Kaynak Yayınları, gerek tarihî gerekse güncel Çin propagandasına yönelik çokça kitap yayımlamakta; bunu daha “Marksist” bir jargonla yapan Canut Yayınevi eliyle resmî ve akademik yayınlar Türkçe okura sunulmaktadır. Bu yayınevinin 2003 yılından itibaren Londra, Berlin ve İstanbul merkezli faaliyet yürütmesi rastlantı değildir.
Bilindiği gibi Sol, komünist hareketten ayrı olarak biri Kemalizm’e diğeriyse Kürt hareketine yaslanmak üzere iki damara ayrılmış fakat en ayrıksı gözüken çevreler dahi kimi meselelerde olduğu gibi Çin meselesinde de aynı kanaldan akabilme başarısını gösterebilmektedirler.
Adı geçen Canut Yayınevi’nin sahibi Deniz Kızılçeç’in de yazar kadrosunda bulunduğu Sosyalist Birlik adlı bir internet sitesinde, bugünkü Çin’in ‘sosyalist’ olduğuna dair sayısız değerlendirme, daha doğrusu resmî propaganda metinleri bulunmaktadır. Kabaca incelendiği zaman, Çin dışında Küba, Laos, Vietnam ve KDHC’nin de “sosyalizm yolunda ilerleyen ülkeler” olarak lanse edildiği görülmektedir. Kore’yi bir nebze ayrı tutacak olursak eğer, diğer ülkelerin ve özellikle Küba’nın liberalizm yolundaki kararlı ilerleyişini görebilmek için ideolojik ve nostaljik körlüğün aşılması gerekmektedir. Vietnam’ı yöneten “komünistler” ise ABD ile olan bağlarını her geçen gün daha da güçlendirmektedir.
11 Eylül 2023 tarihli bir bildiride, TKP’nin de üyesi olduğu Avrupa Komünist İnisiyatifi’nin kendini feshettiği yazılmıştır.[17] Rusya-Ukrayna/NATO savaşının merkeze konulduğu tartışmanın tarafları Büyük Britanya Komünist Partisi (ML) ve TKP’nin oradaki muadili (veya tersi) olan Yunanistan Komünist Partisi’ydi. YKP, Rusya’nın “emperyalist” olduğunu dile getirmiş (Bu Batı yandaşlığının karşılığı olarak son belediye seçimlerinde birkaç yer bu partiye bırakılmıştır) ve kuyruğuna takılan diğer partilerle birlikte Atina’da yapılan toplantının ardından, 18 Kasım 2023 tarihinde Avrupa Komünist Hareketi’nin “kurulduğunu” ilân etmiştir. Türkçe okura, “Avrupa’da devrimci mücadeleye enerji verecek gerçek bir devrimci odak oluşturması amaçlanıyor,” yalanıyla aktarılan[18] bu gelişme, esasen Avrupa’daki antikomünist “KP”lerin tatil amaçlı toplantılarından fazlası değildir.
Bölünmeden önceki son toplantı Ekim 2023’te İzmir’de TKP’nin ev sahipliğinde yapılmıştır. Toplantıda, Batı burjuvazisi ile iş tutan Küba, Laos ve Vietnam KP yetkililerinin yanı sıra ÇKP temsilcileri de bulunmaktaydı. Kendi kongre metninde[19] Çin’in (ve Rusya’nın) “emperyalist ülke” olduğu tezini savunan TKP, o emperyalistleri kendi ülkesinde, hem de ulu önderi Kemal Okuyan’ın memleketi İzmir’de ağırlama şerefine nail olmuştur. Bu toplantıyla ilgili hâlihazırda Gerçek gazetesinde yerinde bir eleştiri[20] yayımlanmıştır, dolayısıyla burada uzatmanın anlamı yoktur.
Benzer tarihlerde, Kasım 2023’de CHP’li Şişli Belediyesi’ne ait bir salonda, Solun Kürt hareketine yaslanan damarından Teori ve Politika tarafından “Çin ve Marksizm” başlıklı bir sempozyum düzenlenmiştir. Korkut Boratav’dan ÇHC Büyükelçiliği Müsteşarına, Yol dergisinden Çinli akademisyenlere, Latin Amerikalısından FHKC’lisine, Troçkistlerden eski Vatan Partililere uzanan, birbiriyle o denli alâkasız isimler bir emek cehennemi olan kapitalist Çin’in propagandasına soyunmuşlardır. Bu ve benzeri organizasyonların çapı, avazı çıktığı kadar bağırdığı zaman dinleyicileri Çin’in ‘sosyalist’ olduğuna inandıracağını zanneden Metin Kayaoğlu’nun boyunu aşmaktadır. Ne Çinli müsteşarın o günlerdeki bir gelişmeyi aktararak Şi Jinping ile ABD Başkanı Biden’ın “dünya barışı” üzerine çalıştığı ne “hocaların hocası” Boratav’ın Çin burjuvazisini akladığı ne de TP’nin sahibi Kayaoğlu’nun cehalet dolu konuşmaları –Sungur Savran ve Fatih Oktay dışında– kimsenin tuhafına gitmemiştir. Çin’in dış politikasına, özellikle KYG’ye dair ise tek bir söz söylenmemiştir. Dışarıda İran ile Suudi Arabistan’ı aynı masaya oturtan Çin diplomasisi; içeride Ender Helvacıoğlu ve Mehmet Ali Güller gibi Perinçek artıklarıyla Kürt hareketinden arta kalanları aynı salonda toplayarak her iki damarı da aynı kanalda eritmeyi bilmiştir. Solun önemli bir kısmı, bu meselede de Per-in-çeng çizgisine gelmiştir.
***
Türk burjuvazisi, uzun yıllardır Çin’e, oradaki “kalkınma” ve ucuz emek cehennemine olan hayranlığını açıkça dile getirmekte, hatta Kovid-19 saldırısı esnasında Batı’da zuhur eden Çin karşıtı söylem ve Çin’deki kapanma politikaları, ucuz emek ikliminin hâkim kılındığı Türkiye’nin Çin’den rol kapabileceği düşüncesini körüklemekteydi.[21] CHP liderliği sona erdikten sonra bir köşe yazısıyla sessizliğini bozan Kemal Kılıçdaroğlu, TC’nin de Çin’deki “kalkınma” yolunu izlemesi gerektiğini önermekteydi.[22] Elbette bu kalkınma, ancak onun gibi Chatham House’a iman etmiş olan Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olmasıyla mümkün olabilecekti.[23] Tabiî Kılıçdaroğlu’nun Çin’e olan hayranlığı yeni değildir, henüz daha KYG’nin ilân edileceği 2013 yılının ilk ayında ÇKP’nin davetlisi olarak beraberindeki 120 kişilik ekiple birlikte bu ülkeye gitmiş ve CHP’nin ilk kez iş insanlarıyla birlikte yurt dışı seyahati yapıyor olmasıyla övünmüştür.
Her yanıyla iflâs etmiş olan sol çevrelerin ‘Çin sosyalizmi’ anlatısına dair rıza üretiminin içeriye dönük yanı, oradaki emek cehenneminin burada örgütlenmesiyken; dışarıya yönelik yanı ise oradaki malların Avrupa pazarına aktarılmasındaki güzergâhla ilgilidir. Sermaye hareketlerinin tamamının, sermayenin birer aparatına dönüşmüş olanlarca ‘sosyalizm’ kılıfıyla sunulması bir operasyondur ve gayet de başarılıdır, zira henüz Sosyalizm.org sitesindeki mütevazı fakat yetersiz çabanın dışında bu anlatıya karşı bir müdahale ne yazık ki olamamıştır.[24]
Kimi Galatasaray’a Çin’den sponsor sağlar[25], köprü kurar, kimi üç beş kuruş için onu ‘sosyalizm’ şeklinde pazarlar, kimisi de tezgâhını doldurmak için bu anlatıya teslim olmayana laf yetiştirmek üzere gönüllü hizmette bulunur.
Tahir Yılmaz
26 Kasım 2024
Fotoğraf: TÜSİAD, DEİK ve ÇİNSİAD iş birliğinde düzenlenen Türkiye-Çin İş Dünyası Buluşması, 18 Aralık 2024, İstanbul.
Dipnotlar:
[1] Giray Fidan (Haz.), Cumhuriyet’in Çinli Misafirleri, İş Bankası Kültür Yayınları, Ağustos 2019, İstanbul. Bir sonraki dipnota kadarki aktarımlar bu kaynaktan iktibas edilmiştir.
[2] Noyan Rona, “Çin’in Türkiye Görüşüne Tarihsel Bir Bakış”, Çin Bilmecesi, Koç Üniversitesi Yayınları, Aralık 2019, İstanbul, s. 164.
[3] Noyan Rona, a.g.m., s. 174.
[4] Barış Adıbelli, “Türkiye Cumhuriyeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulması (1960-1971)”, Kuşak ve Yol Girişimi, 3(1), Kış 2021-22, s. 53-54.
[5] Barış Adıbelli, a.g.m., s. 64.
[6] Barış Adıbelli, a.g.m., s. 69-70.
[7] Bu güruh, başta devrimci hareket olmak üzere fakat onunla sınırlı olmayan bir operasyon ağının göbeğinde 55 yılı aşkın bir süre boyunca faal olma başarısını hâlen daha göstermektedir. Önceleri dergi ve bugün günlük gazete olarak varlığını sürdüren Aydınlık, bilindiği gibi, Şefik Hüsnü’nün çıkardığı yayına bir göndermedir. Sol kesim içerisinde genellikle bu isim tercihi, söz konusu ekibin “mirasyedi” özelliğiyle yorumlanmışsa da, aslında yine Suphi TKP’sinin tasfiyesiyle birlikte Şefik Hüsnü ile başlayan Menşevik veya devlet düzenine uyumlu geleneğin temsiliyetiyle ilgili bir durumdur. Zira Perinçek’in kendisi dahi, aile fertleri üzerinden devlet ile olan bağın tasdiklenmesi açısından yeterlidir. Kısaca ifade etmek gerekirse, kendi gibi hukukçu olan babası Sadık Perinçek, hâkim ve bir dönem Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Yardımcılığı yapmış, dört dönem Erzincan milletvekili olarak seçildiği Adalet Partisi’nde Genel Yönetim Kurulu üyesiydi. Turgay Olcayto isimli dayısı tümgeneraldi ve Ankara’da Zırhlı Tümen Komutanı’ydı. Cemal Madanoğlu, ilk eşi Sırma Perinçek’in halasının eşiydi. Teyzesinin oğlu Gürbüz Tüfekçi de askerî çevrelerde etkili bir isimdi ve MİT mensubu olduğu söylenmekteydi. Müesses nizamın kritik kademelerinde yer alan bu isimler ve anılmayanları, Perinçek’in gençlik hareketinin göbeğinde yer aldığı 1960’lı yılların sonlarından, dâhil olunan tüm hareketlerin dağılmasına vesile olunduğu 70’lerde ve 12 Eylül’ün selamlandığı, devrimci gençlerin ihbar edildiği dönemlerde görevdeydiler. 90’lı yıllardaki 28 Şubat atmosferine dair misyon ise 2000’e Doğru dergisiyle sürmüş, ardından tekrar Aydınlık üzerinden devam edilmiştir. Başından itibaren bir operasyon aygıtı olan bu güruh özelinde daha detaylıca durma ihtiyacı bulunmamaktadır, zira henüz daha 60’lı yılların sonlarında Doktor Hikmet Kıvılcımlı tarafından söylenenler yeterlidir. Müesses nizama sığdırılamayan ulusalcı bir gazetecinin söylediği gibi: “Hayatları operasyon yaparken operasyon yemekle veya operasyon yerken operasyon yapana dönüşmekle geçmiş bir kadro ile karşı karşıyayız.” [F.S. Yüksek]
[8] Altay Atlı, “Türkiye’nin Çin ile Ekonomik İlişkilerinde Denge Arayışları”, Çin Bilmecesi, Koç Üniversitesi Yayınları, Aralık 2019, İstanbul, s. 145.
[9] Altay Atlı, a.g.m., s. 146-47.
[10] Kadir Temiz, “Çin Dış Politikasının Hedefleri ve Kaynakları”, Çin Bilmecesi, Koç Üniversitesi Yayınları, Aralık 2019, İstanbul, s. 205.
[11] Kadir Temiz, a.g.m., s. 205.
[12] Hazal Papuççular, Cumhuriyet’in Dış Politikası, İş Bankası Kültür Yayınları, Aralık 2023, İstanbul, s. 395.
[13] Hazal Papuççular, a.g.e., s. 339-340.
[14] Nazlı Sarp, “Bakan Fidan’ın Çin ziyaretinin eko-politiği”, 10 Haziran 2024, Dünya.
[15] “DEİK’ten ‘Çin’ uyarısı: ‘Neyi alkışladığımızı bilmemiz lazım, ortaklık aleyhimize’”, 16 Eylül 2024, Sol.
[16] Hakan Acar, “Yeşil Dönüşüm: Elektrikli Araçlar”, 20 Kasım 2024, Sosyalizm.
[17] “On the Termination of the Activity of the European Communist Initiative”, 11 Eylül 2023, CWPE.
[18] “Avrupa’daki komünist partilerden yeni girişim: Avrupa Komünist Hareketi”, 19 Kasım 2023, Sol.
[19] “Rusya ve Çin ekseninde emperyalizm üzerine 2017 tezleri”, 7 Eylül 2017, TKP.
[20] “Dünya Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı: Onların komünizmi, bizim komünizmimiz”, 23 Ekim 2023, Gerçek.
[21] TC’nin, rol çalmaya çalıştığı Çin ile kimi sahalarda, mesela Afrika’da rekabet hâlinde olduğu da gözden kaçmamalıdır. Türk burjuvazisinin bu kıtadaki ticarî hedefleri Cezayir’den Güney Afrika’ya kadar uzanmaktadır ve ev mobilyalarından yol ve köprü yapımına kadar çeşitli sektörleri kapsamakta, ayrıca Türk menşeli askerî ekipmanlar da kıtada oldukça yaygın kullanılmaktadır. Diplomatik açıdan bakılacak olursa, 2002 yılında TC’nin kıtada yalnızca 12 büyükelçiliği varken, bugün bu sayı 44 büyükelçilik ve altı konsolosluğa yükselmiştir. Bkz. Lizzie Porter, “Bölge ötesinde nüfuz arayışı: Türkiye’nin gözü stratejik jeopolitik yarışta Afrika’da”, 26 Ağustos 2024, Harici. Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin neredeyse tamamen Afrika’dan çekildiği bu dönemde; kıtanın iktisadî yönden Çin’e, askerî yönden Rusya’ya kaldığı ve daha küçük çaplı da olsa Türkiye’nin de her iki yönden paylaşıma dâhil olduğu söylenebilir.
[22] Kemal Kılıçdaroğlu, “Çin: Bir kalkınma makinesi”, 8 Ocak 2024, Cumhuriyet.
[23] Kendini “muhalif” olarak tanımlayanların önemli bir kısmı farkında olmasa da, bugün AKP Hükûmeti eliyle uygulanmakta olan ekonomi programı, son seçim sürecinde CHP liderliğindeki Altılı Masa tarafından savunulandan farksızdır.
[24] Burada her ne kadar bir muvazaa partisi olsa da EMEP’e ait Teori ve Eylem dergisindeki “Çin Kapitalizmi” (2024 Güz, Sayı 65) dosyası da anılmalıdır.
[25] “Özbek’ten Perinçek’e büyük bir teşekkür”, 21 Kasım 2024, Aydınlık.