Loading...

Karbon Vergisi: Ahir Zaman Cizyesi


Millet Egemenliği

Uzun orta çağlarda, Doğu çok dinli ve hukuklu, Batı ise istisnalar dışında tekli bir yapıdaydı. Batı’nın mezhebî ayrışması dahi nispeten yenidir. İslam’ın ilk yayılma devirlerinden Osmanlı’ya kadar Müslümanlar geniş gayrimüslim tebaa ile bir arada yaşadılar ve egemen oldular. İslamiyet, çıkışından itibaren bu realiteye muhatap olmuştur. Neticede müslim-gayri müslim ilişkisi, Doğu’da siyasal idarenin temel akslarından birini teşkil etti. Bu aks, “millet sistemi” olarak adlandırıldı.

19.yy’da hâlâ Doğu’ya nispeten monolitik bir yapı arz eden Batı’da ortaya çıkan nation kavramı, Doğu’da “millet” kavramıyla karşılanmaya çalışıldı. Çokluğa işaret ederek, “konuşmaya/işitmeye” atıfla türeyen millet kavramı, tekliğe işaret ederek “doğuma, ırkî kökene” göndermeyle meydana çıkan nation kavramını hiçbir zaman tam olarak karşılamadı. Din-millet denkliği, giderek örtük bir vaziyet alsa da varlığını sürdürdü.

Çokluk demek “çoğulculuk” demek değildi; millet sisteminde hâkim ve tâbi milletler söz konusuydu. İslam devleti, iktidar kurduğu topraklarda yaşayan gayrimüslimlerden, bir tür kolektif “koruma sözleşmesi” karşılığında “cizye = baş vergisi” almaktaydı. Bu verginin, toprak cizyesi hariç olmak üzere, üretimle bir ilgisi yoktu. Anlaşmada hâkim tarafın verdiği koruma vaadi göstermelik değildi; İslam tarihinde devletin korumaktan aciz kaldığı yurtlardan topladığı cizyeyi iade ettiğine rastlanıyor ancak korunma olgusu madalyonun bir yüzüdür.

Madalyonun öbür yüzünde ise biyopolitik bir arka plân da vardır. Gayrimüslim, varlığına katlanılacak bir bünyedir, varoluşsal bir cezaya tâbidir. Cizye, ceza kelimesinden türemedir, hukuksal karşılığını Tevbe Sûresi 29. ayetinde bulur. Ayette, semavi dinlere tâbi gayrimüslimlere karşı, “Küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın,” diye emredilmiştir. Tekraren; cezadır, küçük düşürülmekle alâkalıdır, hâkimiyet göstergesidir, ödenmemesi imhaya götürebilir. Öte yandan gayrimüslimin askerlik yapmamasının karşılığı da alınmış olmaktadır ancak istisnalar dışında gayrimüslimlerin silâhlanması zaten yasaktır. Bir sipahinin etrafında savaş zamanı orduya dâhil olmaktan ziyade, gayrimüslimlerin esas dezavantajını askerî sınıfa girememek teşkil ediyordu. Yoksa ordu hizmetine girmek esasen bir külfetti; vakti gelince itirazla karşılaşacaktır. Askerî sınıf mensupları şiddet tekeline sahip oldukları gibi, vergiden muaftılar ve ayni/nakdi gelir temin etmekteydiler. Eski toplumun iktisadının ana damarlarından birisine işaret etmiş oluyoruz.

Bir ara tespit olarak şunu söyleyebiliriz: Bu topraklarda, üretim dışı ve varoluş bedeli olarak alınan vergi, biyopolitik açından cezalandırmayı ve aşağılamayı, iktisaden alt sınıfta olmayı veya hâkim sınıfa çıkamamış olmayı, siyasal yönetime dâhil olmamayı içermektedir. Bizim sınıflı toplum tarihimizin bir hususiyetidir. Diğer vergiler mültezim eliyle toplatılabilirken, cizye istisnalar dışında, doğrundan devlet memurlarınca ve doğrudan hazineye aktarılacak biçimde toplanırdı; devletle gayrimüslim beden arasında dolaysız bir ilişkinin eseridir.

Müslümandan üretimi üzerinden alınan öşür ise küçültücü bir ima taşımıyordu; 1925’e kadar sürmüştür. Müslümanlık bir siyasal iktidar sebebi olmaktan çıktığında, kapitalizm bu katmanı düzlediğinde sınıfsal ittifaklar icabı kaldırılmıştır; bu konuya ilerleyen satırlarda döneceğiz.

Kapitalizmin Zuhuru – Millet Hâkimiyetinin Serencamı

Para ekonomisinin Osmanlı düzenini avucuna aldığı süreçte, kapitalist ilişkilerin zemini döşenirken cizye uygulaması önce keskinleşti. 1691 tarihinde yapılan düzenlemeyle istisnalar daraltıldı, kolektif cizye uygulamaları kaldırıldı, bu vergi “kelle/yetişkin erkek” esasına sıkıca raptedilmek istendi. Dönemin karakterini anlamak açısından, 1695’te getirilen malikâne sistemiyle, toprak tasarrufunda özel mülkiyete geçildiğini hatırlamak önemlidir. Sürecin toplumsal ayağını ören kuşkusuz selefî meşrep ve Protestan ahlâklı Kadızâdeli hareketi ve ittifakları olmuştur.

18.yy boyunca merkezî idaresi zayıf bir çizgi seyreden devletin siyasî erkini toparlamaya başlaması, uluslararası sömürü mekanizmalarının yerleştiği ve hatta emperyalist çağa yaklaşıldığı 19.yy’a denk gelmişti. Millet sistemi artık klasik hâli ile kapitalist üretim biçiminin ve uluslararası bölüşüm düzeninin karşısında tutunamamaktaydı. Bugünden geriye yüzeysel bakıldığında çelişkili görünen bir süreç yaşanmaktaydı. Devlet bir yandan, gittikçe Sünnî/Nakşi bir havaya bürünürken, diğer yandan İslam’ın üstünlüğünden adım adım vazgeçmekteydi, zira kapitalizmin kuralları işlemekteydi, maddî ilişkiler belirleyiciydi.[1] Söz gelimi, Bektaşîliğe bağlı yeniçeri ocağına karşı, III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd Ordusu Nakşiliğe bağlanmaya çalışılıyor, yeniçerilik 1826’da şiddet yoluyla kaldırıldıktan sonra Bektaşî tekkeleri Nakşilere devrediliyordu. Vaka-i Hayriye’den 30 yıl sonra ise bu devletin geldiği nokta gayrimüslim-Müslim eşitliği oluyordu.[2] Kadızâdeli radikalizminin vardığı yer burasıydı. Bugün de örnekleri görülen diyalektik bir süreçtir.

1856’da savaş zorlaması altında ilân edilen Islahat Fermanı, Tanzimat düzeninin tüm tebaayı eşitleyen programının neticesi olarak cizye uygulamasını kaldırıyor, vergide eşitlik getiriyor, gayrimüslimlere askerlik yolunu açıyordu. Askerlik bahsi kısa sürmüştür, gayrimüslimlerin itirazları üzerine, bir yıl sonra bedelli askerlik uygulamasına geçilir. Aynı yıllar askerî sınıfın “memurlaştırılmasına” da tanıklık edecektir; bu sınıf mensupları en belirgin ayrıcalıklarını kaybederek vergilendirilmeye başlanılmıştır. Aynı şekilde askerî sınıfın gelir kaynaklarından olan esameler yeniçeri katliamı sonrası tasfiye edilmiş, vergi toplama işi inişli çıkışlı bir sürecin ardından merkezî bürokrasiye aktarılmıştır.

Hıristiyan nüfusun büyük kitleler hâlinde Osmanlı’dan kopmalarına yol açan savaşlar sonucunda, Tazminat düzeninin yerleştirmeye çalıştığı eşitlik, yerini tasfiyeye bırakır. 93 Harbi, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan bahsediyoruz. Giderek Müslümanlaşan bir demografi söz konudur ancak hâlâ hatırı sayılı bir gayrimüslim nüfus da mevcuttur. Bu denklem, 1928’e kadar yaşanacak bir tür ara döneme yol açar; âdeta klasik millet sistemine benzer bir rejim inşa edilmiştir. 1908 Devrimi ve devamında Cumhuriyet idaresi, yerli burjuvanın imaline Türk ve Müslüman’ı baz alarak hız verir. Neticede 29 Ekim 1923’te devletin niteliği, İslam Cumhuriyeti olarak açıklanır. Bu süreç resmen 1928’de sonlandırılmıştır.

Nüfus mübadelesi büyük oranda 1923’te tamamlanmıştır. Batı ile çarpışma da düşünülmemektedir. Böylece, Türkiye’de 93 Harbi’nden sonra örtük vaziyette ve başka adlar altında yeniden gündeme gelen “Müslümanların üstünlüğü”, iktisadî/siyasî gerekçesini yitirir; millet sistemi bir ölçü olmaktan çıkar. 1925’e gelindiğinde, tarımsal arazilerin büyük çoğunluğunu elinde bulunduran ağalar lehine olmak üzere öşür kaldırılır. Böylelikle, toprağın azını elinde bulundurmakla birlikte tarımsal üretim yapan geniş halk kitleleri de vergi kapsamı dışına çıkarlar. 1923’te, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararın uygulanması için devletin İslam kalkanını bir kenara atabileceği bir siyasal kriz anı gerekmiştir. Kongre 1923’ün Şubat’ında, Mübadele Anlaşması imzalandıktan hemen sonra ve fakat uygulanmasından önce toplanmıştı; mübadele fiilen kasım ayında başlayacaktı. Öşürün kaldırılıp kaldırılmayacağı değerlendirilirken, millet sisteminde Müslümanın yeri ve onun hukukunun gerekleri artık bir kıstas olmaktan çıkmıştı; düzenin iktisadî tercihleri başka esaslara dayanıyordu. Artık herkes devletin ve sermayenin karşısında eşitti ve eşit derecede önemsizdi. Modernite bir yerde budur; 1928’de Anayasa’dan İslam’ın çıkarılması ise bu modernitenin ideolojik ifadesidir.

Modernleşen ve Tampon Rolü Netleşen Türkiye’de Vergilerin İşlevi

Gelişen para ekonomisine ve nakit ihtiyacına bağlı olarak vergi, 16.yy’dan itibaren tedricen nakdi hâle geldikçe ek işlevler de kazanmıştır; devletin iç ve dış borçlanmasının tamamlayıcı aracı olması, basılan kâğıt paranın devlete döndürülmesi; sektörlerin, kişilerin, grupların veya şirketlerin batırılıp çıkarılması gibi. Vergi bu işlevleri bir kere kazandığında, yeri geldiğinde mal olarak toplansa dahi yeni fonksiyonlarını sürdürdü. II. Mahmud’a kadar yurt içi hâsılanın ancak %3’ünü vergi olarak toplayabilen devlet, erkini güçlendirdikçe, giderek %10’lara ulaştı. Sadeleştirilerek denebilir ki, Osmanlı Devleti bu sayede bir yüz yıl kadar daha yaşadı; tabiî halktan toplanan verginin, dış denge siyasetinin bir enstrümanı olması kaydıyla. Islahat Fermanı’nın da zorlayıcısı olan ve Rusya’nın yayılması tehlikesine karşı Batı’nın Osmanlı’yı desteklediği Kırım Savaşı, 1854’te İngiltere’den alınan ilk dış borcun da nedenini teşkil etti. Devamını Rosa Luxemburg’dan takip edelim:

“Bu büyük girişimlerin maliyetleri, doğal olarak, çok dallanmış karmaşık bir devlet borçları sistemi kanalıyla, Deutsche Bank tarafından sağlanıyordu. Osmanlı Devleti, sonsuza dek Siemens’in, Gwinner’in, Helfferich’in, vb.’nin borçlusu olacaktı, tıpkı daha önce de İngiliz, Fransız, Avusturya, sermayesine borçlandığı gibi… meta alışverişi ve insan ulaştırması son derece gelişmemiş bir düzeydeydi ve bu düzey çok sınırlı ölçüde yükseltilebilirdi. Beklenen kapitalist kârın oluşması için kapanması gereken açık, Osmanlı Hükûmeti tarafından ‘kilometre teminatı’ adı altında, demiryolu şirketine her yıl düzenli olarak ödeniyordu… Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa bölgesindeki demiryollarının yapımı sırasında Avusturya ve Fransız sermayesince kullanılan bu sistem, şimdi Deutsche Bank’ın imparatorluğun Asya topraklarındaki girişimlerinde uygulanıyordu. Bu ek tahsisatın teminat ve karşılığı olarak Osmanlı Hükûmeti, Avrupa sermayesinin temsilciliğine, yani Düyûn-ı Umûmiye idaresine, Türkiye’deki devlet gelirlerinin ana kaynağından bir dizi vilayetin aşarını devretti… Bir vergi mültezimi bulunamazsa, aşar, hükûmetçe ayni olarak toplanır, ambarlara taşınır ve borç ‘ödeneği’ olarak kapitalistlere aktarılırdı. İşte, Avrupa sermayesinin yürüttüğü kültürel çalışma kanalıyla, ‘Türkiye’nin iktisaden kalkındırılması’nın iç mekanizması.”[3]

Türkiye’nin 19.yy’daki temel doktrini, büyük güçler arasında denge siyaseti ile ayakta kalırken Batı’ya yanaşıp modernleşerek güç toplamak, yeniden bölgesinde hâkim olmaya çalışmak olarak tarif edilebilir. Bu, işin Türkiye tarafından görünümüdür. Daha sonra “köprü” metaforu ile sahiplenilen bu içgörüye, ilerleyen zamanlarda “bölgenin merkezi, transfer üssü” gibi yakıştırmalar eklenmiştir. Büyük güçler açısından ise denge politikası; Türkiye’nin birbirlerine karşı tampon olarak konumlandırılmasını, modernleşme için atılan dış destekli adımlar ve sömürü kanallarını ifade ederken; “bölgesinde güçlenen Türkiye” ise üzerinden hareket edilecek bir bağlı müttefik olarak ele alınmıştır.

Cumhuriyet idaresinde, toprak zenginlerinden başlamak üzere, bugüne kadar ekonomik teşvikler ve siyasal idare aracı olarak da kullanılan vergilendirme(me), yıllar içinde Luxemburg’un tarif ettiği mekanizmadaki yerini yeniden almıştır. Anayasa’da “kamu giderlerini karşılamak üzere” toplandığı bildirilen vergilerle bugün ciddi miktarlarda dış borç ödemesi yapılmaktadır; salt faiz ödemesi vergilerin yaklaşık beşte birine tekabül etmektedir. Dış borç stoku gelinen aşamada bütçenin yarısını aşmıştır. Son 20 yıldır, iktidarın övüncü olan kamu borçlanmasının azalması da tersine dönmüştür. Geçiş garantili yollar, hasta garantili hastaneler, yolcu garantili havalimanları ve bunların Rönesans, Cengiz vb. holdingler üzerinden yurtdışı kredilerine kapı aralanması eski bir hikâyenin yeni aktörlü versiyonu gibidir. Neticede kapitalist düzen, onun giderek özel bir enstrümanı hâline gelen vergiler, iç ve dış olmak üzere iki merkezli olarak toplumun sömürüsünde ciddi roller oynamaktadır. Luxemburg, aynı çalışmasında bugüne ışık tutmaya devam etmektedir:

“Bu faaliyetlerle iki sonuç elde edildi. Anadolu’daki köylü ekonomisi, Avrupa sermayesinin, özellikle Alman banka ve sanayi sermayesinin kullanılmasında, inceden inceye örgütlenmiş bir sömürü sürecinin konusu oluyordu… Alman emperyalizmi açısından ise ‘bağımsız Türk devleti’ gibi kullanışlı bir aygıtın varlığını, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘bütünlüğünü’ sürdürmek söz konusuydu; ta ki daha önceleri Mısır’ın İngilizlerce ve şimdi de Fas’ın Fransızlarca kemirilmesi gibi, Alman sermayesi tarafından kemirilen Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın kucağına olgun bir meyve gibi düşene dek.”

Bugün, Türkiye’yi boydan boya aşan otoyolların, dev havalimanlarının, devasa hastane komplekslerinin, her gün yenisi açılan maden sahalarının bağlandığı uluslararası sermayeyi irdelemeyene “muhalif” denmektedir. “Beşli çete” tekerlemesi budur. Diğer yandan, önce İngiltere ve Fransa, daha sonra Almanya ile iktisadî, siyasî ve askerî ilişkinin yönü, Türkiye’de vücut bulan milliyetçi akımların açmazlarını da tayin etmektedir. “Güçlü Türkiye” veya “yeniden güçlü Türkiye” hayali, emperyalist finansman ve iş birlikleri gerçeğiyle birleşince “kullanışlı bir aygıta” kapı aralamaktadır.

Bir ara tespite daha gidebiliriz: Vergi (ve muafiyetleri), borçlanma ve Türkiye özelinde denge siyaseti hep bir arada kapitalist sömürü çarkının ayrılmaz parçaları ve siyasal yönetim enstrümanları olarak ele alınmak zorundadır. Bu metotlara aşağıda enflasyon ve pahalılığı da ekleyeceğiz.

Karbon Vergisine Doğru Türkiye’nin Modern Şiddet Siyaseti

Bu anda, Türkiye açısından yabancı ve ne getireceği şüpheli, anlamı kapalı görülen karbon vergisi için ne düşünmek gerekir? Aslında “Nasıl düşünmek gerekir?” sorusuyla başlarsak daha doğru yol alınabilir. Zaman emperyalist çağ, mekân Türkiye olunca, belli ölçeği aşan her olgunun, sınıflı toplum tarihimizin özellikleri ve uluslararası bağlamları ile bir arada düşünülmesi, düşünme metoduna giriş açısından ön kabul olmalı. Aksi hâlde sol liberalizmin, tarihimizde sınıf savaşı görmeyen sözde sivil toplum/devlet çatışması tezine, oradan da bu tezin zorunlu sonucu olarak sözde devletlere ve tekellere karşı çevrecilik, derin ekoloji, toplumsal ekoloji vb. burjuvaziyle ittifakı doğallaştıran ideolojilerine saplanır kalırız.

Yukarıda vardığımız ara tespitleri bir araya getirecek olursak, tarihimizde üretim dışı ve varoluş bedeli olarak alınan vergi, biyopolitik açısından cezalandırmayı ve aşağılanmayı, iktisaden alt sınıfta olmayı ve siyasal yönetimin nesnesi olmayı içermektedir; vergi (ve muafiyetleri), borçlanma ve Türkiye özelinde denge siyaseti hep bir arada kapitalist sömürü çarkının ayrılmaz parçaları ve siyasal yönetim metotlarıdır.

Karbon vergisi, doğrudan üretime veya tüketime dayandırılmıyor. Literatürde “önleyici vergi” veya “Pigouvian vergi” türü olarak geçiyor. Küresel ısınma/iklim değişikliği modellemelerine bağlı olarak, her bir yaşamsal üretim, dolaşım ve tüketimin faaliyeti, karbon ve karbona dönüşebilir maddeler bazında yol açtıkları varsayılan sera gazı emisyonu ve ısınma etkisi yönünden sayısallaştırılmış vaziyette. Yaşamsal faaliyetlerin vergi yoluyla fiyatlanması ve pahalandırılması sayesinde emisyon/salınım/sürüm önleyici bir etki yaratılacağı ileri sürülüyor. Geçtiğimiz yıl Sosyalizm.org’da ifşa edilen kanun taslağında karbon vergisinden bir “fiyatlandırma aracı” olduğu açıkça ifade ediliyor.

Pigouvian mantık da aynı yoldan ilerliyor. Bu teoriye göre, bazı faaliyetler faydaları gibi, çeşitli negatif dışsallıklar/zararlar içeriyor, bu dışsallıkların içerilmesi için vergi yoluyla fiyatlandırılması/cezalandırılması gerekiyor. Yine kanun taslağına atıf yapacak olursak, şirketlerin yanı sıra “vatandaşlar” da kapsam içine giriyor. Peki ne olabilir “vatandaşın” negatif dışsallığı?

Yürümek, yemek, seyahat etmek, nefes alıp vermek…[4] “Karbon ayak izi” ile bir yerde gerçekten ayaklarımız kastediliyor.

Elbette, herhangi bir kurala uyum bir miktar itaat ihtiva ediyor. Misal, İngiliz elçilik raporlarında, 12 Eylül darbesi sabahında, kırmızı ışıkta daha çok insanın durduğu bildiriliyor. Karbon vergisine tâbi olmak ise özellikle Türkiye’de, bu türden genel geçer ve evrensel örneklerinden daha derin bir tâbiiyeti işaretliyor. Bu yeni “baş vergisinde” tüm toplumun zimmîleşmesi için insan başına ceza, küçük düşürücü bir suçlama var. Başka bir hâle kapı aralıyor. 16.yy’dan beri adın adım yol alan, düzleyen, Doğu’nun varoluş şartlarıyla sürekli çelişki ve gerilim yaşayan uzun bir kapitalistleşme sürecinin sonunu, kıyametimizi bize gösteren bir pencere gibi; Sovyetler’in çözülmesiyle türeyen, küçük düşüren, utandıran insan hâlleri gibi… Tarihten şunu biliyoruz: Zimmî statüsüne girildiği için ceza ödenmiyor, ceza ödenmesinin kabulü hâlinde bu statü kazanılıyor.

Kapitalizm; Türk’ün, Kürt’ün, Acem’in, Rus’un; millî, ailevî, kolektif varoluşuyla çelişki yaşadı, yaşıyor. Tam da bu nedenle, Doğu’da bir daha devrim olmasın diye, Sovyetler çözülürken kurulan Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın (EBRD) tüzüğüne şunlar açık bir şekilde yazılıyor:

“Bankanın amacı, çok partili demokrasi, çoğulculuk ve piyasa ekonomisinin esaslarını uygulamayı taahhüt eden Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde piyasa ekonomisine geçişi desteklemek ve özel sektör girişimciliğini geliştirmektir.”

Ekonomik şiddetin siyasal şiddetten ayrılmayacağını biliyoruz. 12 Nisan 1991’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu yürürlükten kaldırılarak yerine Terörle Mücadele Kanunu getirilir. Bir gün sonra, 13 Nisan 1991’de EBRD’ye giriş Resmî Gazete’de yayımlanır. Yeni bir düzene geçilmiştir. Hıyanet-i Vataniye Kanunu ise son hâlini 25 Şubat 1925’te almış, bu tarihten itibaren İslamî siyaset vatana ihanet kapsamına girmişti; 16 Şubat’ta Şeyh Sait isyanının başlamasından ve 17 Şubat’ta öşürün kaldırılmasından bir hafta sonradır. Yukarıda belirginleştirmeye çalıştığımız noktaya dönecek olursak, “Müslümanlık bir siyasal iktidar sebebi olmaktan çıktığında” derhal siyaseti de yasaklanmıştır. Bu da 1991’deki gibi bir anlaşma ve şiddet örtüşmesiydi. Bir açıdan, 1925 Şubat’ında ağalarla uyum sağlandı, toprak zenginleriyle yeni bir ittifaka gidildi, onlara kapitalistleşme yönü tayin edildi. Şey Sait’in ezilmesinin böyle bir bağlamı da vardır. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu kaldıran Terörle Mücadele Kanunu aynı zamanda infaz affı da getirmişti; cezaevlerinden salıverilenlerden devrimcilikte ısrar edenler ilerleyen süreçte evlerde ve sokaklarda infaz edildiler. Sınıf savaşımının Türkiye’de aldığı biçimdir.

Daha sade ifade edecek olursak, 1925 Şubat’ında Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Öşür vergisinin kaldırılması ile işaretlenen yeni dönem, yerini 1991’de Terörle Mücadele Kanunu ve EBRD’ye giriş ile işaretlenen neoliberal düzene bırakmıştır.

Arap Baharı’nın tozu dumanı arasında bölgeye daha derin bir saldırı başlatma fırsatı elde eden, Suriye’de düzeni çökertmeye kalkan kapitalizm, bankasının tüzüğünü de bu saldırıya uygun biçimde değiştirirken Sovyetler’in çözülüşüne atıf yapmıştır. Siyasal şiddetin ekonomik şiddetten ayrılmayacağını 2011’de de görmüş oluyoruz:

“Uluslararası toplum, EBRD’yi Güney ve Doğu Akdeniz bölgesindeki ekonomik yanıtın bir parçası olmaya çağırdı; EBRD’den komünizmin çöküşünden sonra Orta ve Doğu Avrupa ile Orta Asya ülkelerindeki ekonomik dönüşümü desteklemedeki 20 yıllık deneyimini kullanmasını istiyor.”[5]

Sovyetler’de ve ittifaklarında, en azından 60’lardan önce kurulan model, kapitalizmin evrensel yayılımının önünde engel teşkil etmiş, engelin aşılması da şiddeti gerektirmiştir. Bu bağlamda silâhlı şiddetle ekonomik şiddetin üst düzeyde buluştuğu bir diğer örnek Arap Baharı’ndan 7 yıl önce ortaya çıkmıştı. ABD’nin Irak’ı işgali, bir yerde, işgalcilerin gözünde Sovyetik düzene karşı girişilmiş bir harekâttı. Irak Devleti yıkıldıktan sonra, bir yıl süresince geçiş konseyini yöneten sömürge valisi Paul Bremer, bu süreci anlatan kitabında, ülkenin kamu işletmelerinden ve genel olarak ekonomik yapısının Sovyetik olduğundan dert yanıp durur. Nüfusu besleyen bu yapıları derhal ortadan kaldırmak istemektedir ancak yönetememekten de korkmaktadır.[6] “Arap Baharı”ndan IŞİD’in ortaya çıkmasına kadar bu yönetememe hâlinin etkisi büyüktür.

Türkiye’ye dönecek olursak, bugün geldiğimiz noktada, ülkemizde nerede yeşil dönüşüm ambalajı, nerede dış kredi bağımlılığını körükleyen şehir hastaneleri görsek, orada EBRD’nin fonlama faaliyetlerini de görüyoruz. Karbon vergisi, 19.yy’dan bu yana Türkiye’nin tüm modern vergi uygulamalarının izinden, bir iktisadî/siyasî entegrasyon sürecinin bir üst aşaması olarak önümüzde duruyor. Türkiye’nin gideceği yolun, yaşanan tereddütlerin işaretlerini veriyor; kabul edilmesi hâlinde başkaca şiddet yasalarıyla desteklenmesi gerekiyor. Bu aşamaya ancak bir kararla geçilebilir ki bu açıdan tereddütler teşhis edilebiliyor.

Uzun süredir gündemde olan karbon vergisinin yasalaşamaması Türkiye’nin denge vaziyetiyle ve kapasite sorunlarıyla yakından alâkalı. Kolektif Batı emperyalist sistemine tam entegrasyonun öteden beri ödenmesinde güçlük çekilen maliyetleri söz konusudur. Bu vaziyet siyasette dengeciliği, ekonomide bir miktar korumacılığı zorunlu kılmaktadır. Aşırıcı regülasyon iç piyasayı daraltıp yapısı zayıf şirket sistemini çökertebilecektir. Sağlık sisteminin tümüyle İngiltere/ABD modellerine çevrilememesi de olgunun başka bir görünümüdür. Karbon vergisinde yaşanan tereddüt de böyledir. Bir eşiği atlamakta yaşanan tereddüttü işaretlemektedir. Türkiye’nin ekseni ile irtibatlıdır. Karbon vergisi, haritada Ukrayna’yı kapsayarak Rusya sınırına kadar dayanmış, bu sınırı aşamamıştır; bu aynı zamanda NATO’nun Rusya’ya karşı ulaşmak isteyip varamadığı sınırdır.

Geçtiğimiz aylarda düzenlenen İklim Finansmanı Zirvesi’nde Batılı finans çevrelerinin Türkiye’deki temsilcisi konumunda olan Mehmet Şimşek’in karbon vergisini vurgulaması anlamlı bir göstergedir. İnsanın en yaşamsal etkinliklerinin vergilendirilmesi, Batı açısından entegrasyon yoğunluğu, vergiler dolayımıyla yüksek borç tahsilatı, uluslararası sermaye için daha yüksek finansman ve mülkiyet aktarımı demektir. Türkiye’de sınıflar arası gerilimin yığıldığı fay hatları özgülünde ise sonu sarsıntılara varabilecek yaşamsal nüanslar barındırmaktadır.

Karbon Vergisinin Geleceği – Sermayenin Enstrümanları ve İlkel Birikimi

“Sermaye, vampir gibi ancak canlı emeği emerek hayatta kalan ve ne kadar fazla canlı emek emerse o kadar uzun yaşayan ölü emektir.”[7] Canlı kanlı insanın, sermaye denen kirli şebeke için ifade ettiği işlev kısa ve derin bir biçimde ifa edilmiş oluyor. Havalimanlarının, fabrikaların, otomobillerin, kredilerin, bizzat insanın günlük etkinliğinin hâkim ilişkisini teşkil eden sermaye, toplumu soğuran bir ağ olduğundan, başka ağların tasfiyesi sermayenin muhtaç olduğu kana erişimini kolaylaştırmaktadır. Emilen kan ise ölü bir bedene akmaktadır.

Toplumun direnç ağlarının tasfiyesi sayesinde Türkiye’de kapitalizm, günümüze kadar, genel olarak frensiz bir yolculukla seyretmiştir. 40’lı yıllara gelindiğinde, Millî Koruma Kanunu’yla işçilerin damarlarına bağlanan hortumlar büyük şirket sermayelerini yaratmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın tozu dumanı dağıldığında büyük Türk burjuvazisi arz-ı endam etmiştir. 70’li yıllarda sosyalist örgütlerden alınan güçle Türkiye işçi sınıfının artık değeri kendine çevirdiği dar bir aralık dışında sermaye, devlet gücüyle semirdikçe semirmiştir. Bu şişme hâli, topluma bir fayda getirmediği gibi, kapitalizmin iç çelişkisini teşkil eden azalan kârlar yasası gereği, daha fazla sömürüyü ve daha fazla ekonomik/politik baskıyı zorunlu kılmaktadır. 12 Eylül bir yerde budur. Ancak 12 Eylül modeli neoliberalizm ne dünyada ne de Türkiye’de kapitalizmin krizini çözebilmiştir. Her bir çöküş tehlikesi yeni bir şiddet dalgasını beraberinde getirmiş, her bir şiddet dalgası bir engeli yıkmış, her yıkım yeni bir şiddet dalgasını teşvik etmiştir. 1991 eşiği böyle okunmalıdır. Proleterleşmenin şiddetlendiği 2000 eşiği, 1991 eşiğinin bir üst aşaması olarak 19 Aralık tarihinde aşılmıştır. Kısa aralıklarla iki yoğun sermaye hareketinden oluşan plânlı müdahaleyle patlatılan 2001 krizi ve AKP iktidarı bu eşikten sonra gündeme gelebilmiştir.

2000’li yıllarda gitgide ivmelenen proleterleşme neticesinde artık esas çoğunluğu teşkil eden yevmiye veya aylığa bağlı hayatlar, para döngüsü üzerinden yaratılan mülksüzleştirmenin ilk en savunmasız nesnesi hâline gelmektedir. Türkiye’nin ve dünyanın pandemiden bu yana idrak ettiği; yüksek para emisyonu, onu takip eden enflasyon ve astronomik kâr ve devlet bütçesine aktarılan yüksek vergi gelirleri sarmalı, büyük çoğunlukla proleterleşmiş toplumları kasıp kavurmuştur. Temelde mülksüzleştirme süreci hızlanmıştır. Ölü emek olarak sermaye, her yeni aşamada cehennemin ateşini bu dünyada harlamaktadır.

Ekonomik ve politik şiddetin birlikteliğinin evrensel ölçekte izlenebildiği en güncel olgulardan birisi yine karbon vergisinin yayılım coğrafyasıdır. Sovyet düzeninin sınırı 1990’a kadar Almanya’dan geçiyordu; duvar ilkin burada yıkıldı.[8] Bu seti aşan kapitalizm açısından Baltık havzasının Sovyetler’e kadar fethi şarttı. EBRD’nin bu bağlamda kurulduğuna değinmiştik; eş zamanlı olarak Finlandiya ve Polonya’dan başlamak üzere karbon vergisi yürürlüğe kondu[9] ve Batı Avrupa’ya kadar plânlı biçimde, etap etap yaygınlaştırıldı.

Karbon vergisinin küresel ölçüde alacağı şekil, doğrudan Türkiye’deki seyrine de etki edecektir. Küresel ölçüye iki ölçekten bakılabilir. Birincisi, Almanya’dan Rusya’ya kadar uzanan coğrafyanın önümüzdeki dönemde alacağı siyasal biçim, ikincisi ise ilkini de kapsar biçimde finans sermayesinin bu coğrafyada ve ABD’de kurduğu iktidar ilişkileri.

ABD’de yaşanan önemli iktidar değişikliği, sanayi burjuvazisi-finans burjuvazisi ilişkileri, bu ilişki ve gerilimin bir yansıması olarak vergi ve nüfus politikaları, bu politikaların enstrümanları olarak kimlik ve kültür politikalarını etkileyecektir. Bu açıdan emperyalist merkezlerde yakın dönemde tereddütlü gelişmeler daha Trump Beyaz Saray’a dönmeden önce gözlemlenmekteydi. Diğer yandan ABD’de yaşanan iktidar değişikliği de Almanya’daki iktidar yapısından başlamak üzere devam eden Ukrayna-Rusya savaşının gidişatını değiştirebilecektir. Türkiye’nin oturacağı eksen ve iç iktidar kavgası ve kompozisyonunun alacağı şekil de bu gelişmelerle yakından ilgilidir. Her hâlükârda çeşitli ihtimaller, siyasî iradeye dayalı olarak gündeme gelecektir, detaylandırılması yazının kapsamını aşmaktadır.

Siyasal çerçevenin evrildiği yönün de belirleyiciliği altında, çeşitli ihtimallere dayalı olarak, sermayenin vergi, nüfus ve göç gibi olguları “enstrümanlaştırdığını” gözden kaçırmamak lâzım; bu olgular inşa edilmiş sermayenin çekirdek yapısına dâhil değildirler. Hammaddeler, makineler vb. için yapılan yatırım tutarlarının insan emeğine oranı arttıkça, yani sermayenin organik bileşimi yükselip de ortalama kâr oranlarını düşürdükçe, sermaye bu düşmeyi telafi etmek üzere artı değer sömürüsünü şiddetlendiriyor. Yüksek çalışma saatleri, özlük haklarının kısılması, işçi alacaklarının talep edilmesine engeller çıkarılması, yüksek ve ek vergiler, enflasyon soygunu gibi araçlar bu aşamada devreye giriyor. Ancak bu da işe yaramadığında, yani ekonomik döngünün çoğu yük hâlini aldığında üretim krizleri çıkarılıyor, dağıtım zincirleri baltalanıyor, nüfusun azaltılması dahi tartışmaya açılıyor. Daraltılan döngü canlı kanlı insan hayatına tekabül ediyor. Konut edinmekten gıda tüketimine kadar daralmanın etkileri görülüyor. Bu dönemlerde artı değer sömürüsünün şiddetlenmesinin yanı sıra piyasaların söndürülmesi ön plâna çıkıyor. “Great Reset” teorisi buraya işaret ediyor. Yani süreklileşmiş kriz düzeni olan kapitalizmin olağan işleyişi, dönem dönem artı değer sömürüsünü artırırken bazı dönemlerde bu eğilimin de ötesine geçiliyor. Bu çerçeveden bakılınca her türden vergi, yüksek çalışma saatleri, sosyal hakların kısılması, hak taleplerinin engellenmesi kabilinden esas yapının bir enstrümanı olarak işlev görüyor.

“Hemen son örneği, vergileri, hükûmet hizmetleri vb.nin fiyatını, ele alalım. Ama vergi, fauxfrais de production [üretici olmadığı hâlde zorunlu olan üretim giderler] arasında yer alır ve kapitalist üretim süreci açısından kendinde ve kendi için rastgele olan, hiçbir şekilde o sürecin koşullamadığı ve onun için zorunlu, içkin olmayan bir biçimdir. Söz gelimi bütün dolaylı vergiler dolaysız vergilere dönüştürülecek olsa vergiler eskisi gibi ödenir; ama artık sermaye öndeliği değil, gelir harcaması oluştururlar. Bu biçim dönüşümü olanağı, kapitalist üretim süreci açısından bunların dışsallığını, kayıtsızlığını ve rastlantısallığını gösterir. Buna karşılık, üretici emek biçim değiştirecek olsa sermayenin geliri ve sermayenin kendisi sona ererdi.”[10]

Verginin, kâr oranlarının azalma yasası karşısında, dönemsel ihtiyaçlar uyarınca, sömürüyü derinleştirmek üzere çeşitli biçimlerde kullanılması, kapitalizmin işleyiş yasalarına tâbi olması, işleyiş yasalarını nihai olarak belirlememesi bir gerçek. Fakat ilkel birikimin sağlanması aşamasında “kapitalist üretim süreci açısından dışsallığını” aşan kurucu bir niteliğe büründüğü de bir gerçek. Kapital’de bu konuya “Sanayici Kapitalistin Doğuşu” başlığı altıda değiniliyor:

“İlk birikimin farklı uğrakları, şimdi, az çok bir zaman sırası izleyerek, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye dağılmış bulunuyor. Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere’de sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve korumacılık sistemini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi, feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini uygun bir ortam yaratarak hızlandırmak ve geçiş süresini kısaltmak için, devlet zorundan yararlanmıştı. Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zor, başlı başına bir iktisadî güçtür… Aşırı vergileme, istisnai bir şey olmaktan çok, bir ilkedir. Bundan dolayı, bu sistemin ilk uygulandığı ülke olan Hollanda’da büyük vatansever de Witt bunu özdeyişlerinde ücretli işçiyi itaatkâr, tutumlu, çalışkan hâle getirmenin ve aşırı ölçüde çalışmaya razı etmenin en iyi yolu olarak göklere çıkarmıştır. Bununla beraber, bu sistemin ücretli işçinin durumu üzerindeki tahrip edici etkisi, burada bizi köylülerin, zanaatçıların, kısacası aşağı orta sınıfın bütün unsurlarının bu sistem yüzünden zorla mülksüzleştirilmesinden daha az ilgilendirmektedir.”[11]

Karbon vergisinin Türkiye’ye gelip gelmeyeceği, gelmesi hâlinde ise göreceği muhtemel işlevlerini Türkiye’nin sınıf savaşımı tarihinden ayrı okuyamayız. Cumhuriyet’in ilkel birikiminde, yaygın sanayi atılımına geçmek için tarımsal gelirlerin bu işe aktarılması yerine, toprak zenginlerinin vergi muafiyeti yoluyla büyütülmesinin ve işçi sınıfı üzerindeki sömürünün İkinci Dünya Savaşı sürecinde derinleştirilmesinin kol kola ilerlediğine değinmiştik. Bu modele eklemlenen bir diğer unsur da tarımsal ürünlerin fiyatlarının yapay biçimde yukarıda tutulmasıdır. Bütçenin yaklaşık üçte birine tekabül eden öşürün kaldırılması, şehirlerde proletaryanın omzuna binen yükle telafi edilmişti. Enflasyonun, kaynağı o tarihte farklı olmakla birlikte, kapitalizmin büyük bir atılıma geçtiği 16.yy’da oynadığı role benzer bir işlevi Türkiye’de oynadığından bahsediyoruz. Yine Kapital’den aktarımla:

“16. yüzyılda çok önemli bir şey oldu. O zamanlar çiftlik kira sözleşmeleri çoğu zaman 99 yıl süreli olurdu. Değerli madenlerin ve dolayısıyla paranın değerindeki sürekli düşme çiftçilere altın yumurtlayan bir tavuk hizmetini gördü. Bunun sonucu olarak, daha önce incelediğimiz diğer hususlar bir yana, ücretler düştü. Ücretlerin bir kısmı çiftlik kârına katıldı. Ödemek zorunda olduğu toprak rantı sözleşme gereği paranın eski değerine bağlı kaldığı için aslında azalırken, tahıl, yün, et, kısaca bütün tarım ürünlerinin fiyatlarındaki sürekli yükselme, çiftçinin parasal sermayesini, onun bir şey yapmasına gerek kalmadan büyüttü. Çiftçi böylece, hem çalıştırdığı işçilerinin ve hem de toprağını kiraladığı mülk sahibinin sırtından zenginleşti. Bu nedenle, İngiltere’nin 16. yüzyılının sonlarında o zamanki koşullara göre zengin bir ‘kapitalist çiftçiler’ sınıfına sahip olmasında şaşılacak bir şey yoktur.”[12]

Kapitalizmin bugün dünyada ve Türkiye’de olağan kriz döngüsünün bir noktasında mı yoksa bir eşikte mi olduğu, karbon vergisinin işlevini ve niteliğini tayin etmede önemli bir ayraçtır. Yanı sıra, emperyalist çağın tek kutup görüntüsü verdiği, ideolojik hegemonyanın zirve noktasında Sovyetler’in çözüldüğü esnada sahneye çıkması ve yayılması da eşik atlatan bir yönüne işaret etmektedir. Bu olgular üzerine Türkiye’de vergilerin oynadığı rolün biçimi de eklenmektedir. İçinde yaşadığımız günleri, bugünden 16.yy’a bakar gibi sade ve tutarlı bir keskinlikte kavramaktan uzağız.

Esasında verginin ilkel birikimde aldığı rol tümüyle unutulmuş değildir. Bu işlev, zamanla maliyecilerin jargonunda “kaynak etkisi” biçiminde ifade edilmeye başlanılmıştır. “Kaynak etkisi” kavramı, sözüm ona kamu giderlerinin kaynağını yaratmaktan bahisle kullanılagelmiştir. Maliye teorisinde, verginin ikinci işlevi olarak “gelir dağılımı” etkisi gösterilir. Söz gelimi, aşırı tüketime dayalı olarak fiyat ve piyasa dengeleri bozulduğunda, ek tüketim vergileri yoluyla denge sağlanacak ve gelir düzeltici yönde kaynak aktarımı yapılacaktır. Ancak yukarıda da göstermeye çalıştık, verginin işlevi kamu giderlerinden ziyade, devlet borçlanması ve emperyalist merkezlere sermaye aktarımı şeklinde gelişmiştir. Geldiğimiz aşamada kamu gideri denilen kanalın bizzat kendisi, şehir hastaneleri örneğinde görüldüğü üzere kaynak aktarımının dolaysız bir aracına dönüşmüştür. Diğer yandan Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar, geniş halk kitleleri temel yaşamsal ürünler dışında ne tüketiyor ki yüklenen doğrudan ve dolaylı vergilerin dengeleme işlevi olsun? İşçi sınıfı o tarihlerde, tüm şartlarla birlikte düşünüldüğünde vergi adı altında açık bir ilkel birikim aracıyla muhatap olmuştu. Peki ya bugün?

Nüfusun ezici çoğunluğunun işçileştiği, işçi sınıfının tüketiminin temel geçim ürünlerine doğru giderek daraldığı, asgari ücretin temel ücret hâlini aldığı; otomobil ve konut edinmenin imkânsızlaştığı koşullarda getirilecek bir karbon vergisinin “aşırı tüketim sorunu”nu çözmeye yönelik olmadığı açıktır; ilkel birikim işlevi üzerinde durmak lâzım. Öte yandan, 16.yy’ın inşa aşamasındaki kapitalizmi değil, çarkları kurulmuş, işleyen bir mekanizmayı analiz etmeye çalıştığımızı da görmek gerek. Artı değer oranını yükseltmekten ziyade, yeni bir ilkel birikim süreci söz konusuysa, kapitalizmin yeni bir aşamasına girilip girilmediği de birlikte düşünülmeli. Kapitalizm emperyalist aşamaya geçerken banka, gümrük vb. klasik araçlar yeni işlevler edinmiş, süreç beraberinde iki büyük savaş getirmiş, klasik liberalizmi ıskartaya çıkarmıştı. “Yeni aşama” tartışmasını daha fazla ilerletmek bu yazının kapsamını aşmaktadır.

Türkiye’nin Ahir Zamanı

Başkaldırı, itiraz ve devrim, maddî ve manevî yönleri olan hâdiseler. Bir soyut tasarım meselesi olmadıkları ise tartışmasız. Marksizm’in temel derslerini tekrar etmiş oluyoruz. O zaman Türkiye’de itirazın öznesi, maddî ve manevî yönleri ne olagelmiştir? Bu sorunun toplumsal ve tarihsel bakımdan somut cevapları olmalı.

“Anadolu isyanları” anlatısı, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bir örtü vaziyeti görüyor. “Aşağı halk – yukarı iktidar” ikilemi, bağlamsız bir çuval koyuyor önümüze. Bu ikilemde her türlü kitle hareketini eşlemek, sınıfsal karakterinden kopartarak değerlendirme ve anlaşılmaz hâle getirmek mümkün. Üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin dayattığı zorunlulukların da üzerinden atlanıyor. Osmanoğulları’nın idaresi altında, kurulmakta olan devlet-sermaye iktidarına karşı biri erken, diğeri kapitalistleşen şartların göbeğinde iki temel isyan hâdisesine odaklanabilmek için olaylara genel geçer anlatıların dışında bakmak gerekiyor.

Genel geçer anlatıdan yüz çevirdiğimizde, parasal piyasa şartlarının baş göstermesiyle meydana gelen Celâlî isyanlarının belirgin noktaları teşhis edilebiliyor. Bunlar en temelde, şehirli ve şehir çeperli hareketlerdir. İşin merkezinde şehir ve iktidar vardır; burası meselenin bir yanı. Diğer yandan bu harekete mensup kişiler, kendilerini iktidarı bir şeylere zorlamaya, devirmeye veya iktidarı almaya mezun görüyorlardı. Bu mezun kişilere Marksist literatür bağlamında citoyen (homme – çıplak beden karşıtı olarak) denilebileceği gibi, onları Türkiye tarihi bağlamında “cizye vermeyenler” olarak da paranteze alabiliriz. Aynı anlama gelmek üzere ideolojik ve politik olarak “başı eğdirilmemişler” de diyebiliriz. Başlarının eğdirilmeleri, mevcut hukuka göre meşru sayılamayacak kişilerdi. Dolayısıyla bu kişilerin bastırılmasının nişanı olarak, onlardan gasp edilenlerle inşa edilen Sultan Ahmet Camisi’nde namaz kılmanın meşruiyeti o vakitler tartışma konusu olabilmekteydi.

Patrona Halil İsyanı da bu anlamda, iktidar değiştirme hakkını kendinde görenlerin isyanıydı. Ona gelmeden önce 1622’de ve 1703’te, iktidar temerküzüne karşı padişah deviren kitleler kendilerinden ve Naîmâ gibi iktidar yanlıları onlardan “cumhur” olarak bahsetmeye başlamışlardı bile. Mutlakiyetçilik en nihayetinde kapitalizmin inşa devrinin siyasal formülasyonudur; İspanya ve Fransa için böyledir, Osmanlı için de. Bu bakımdan Paris’in Katolik halkının, 16.yy’da kapitalist ideolojinin öncülü demek olan Protestanlığa karşı sokak barikatları kurması, 1871’den çok öncedir ve pratikte Celâlî refleksine veya teoride Melamî reflekslere paraleldir. Bu bağlamda, kapitalizmin giderek zemin kazandığı devirlerde, isyan eden cumhurun “şeriat istemesi” mutlakî devletin/kapitalist pazar hâkimiyetinin, zenginlerin iktidarının yadsınmasıdır.

Birkaç yüz yıl geriye giderek tersten bir sağlama da yapabiliriz. Bedreddin ve kethüdasının isyanlarının mantıkî sonucu, gayrimüslimlerin zimmî statüsünün ilgası, onların cizye düzeninden çıkarılması olacaktı, zira dönemin şahidinin satırlarından öğrendiğimiz “yarın yanağından gayrı her şeyde ortaklık” başka türlü olamazdı. Ekonomi politik bir depremden/zeminin yer değiştirmesinden bahsediyoruz. Bu 1839/1856 fermanlarına kadar akla getirilebilir bir hâdise değildir. Bu tarihlerde ise Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesi bağlamında, Batı’nın baskısı altında gerçekleşebilmiştir. 15.yy’da ise milletler arası hâkimiyet ilişkilerinin başka bir yöne evrilme ihtimalini, dış bir baskı ile değil, ülkenin kendi iç savaşının doğal sonucu olarak tahayyül edebiliyoruz. Gerçekleşse idi devrime tekabül edeceği şüphesizdir. En az, Bedreddin’in Trakya’da gazilere yeniden tımar dağıtması kadar ciddi bir ekonomi politik hâdisedir.

Türkiye’de yaklaşık 200 yıldır giderek toplumu daha fazla düzleyen, kendi hareket engellerini tasfiye eden kapitalizm, hazırlamakta olduğu karbon vergisiyle her bir insanı zimmîleştirdiğini, mutlak bir boyun eğişi sağlamak istediğini ilân etmiş olmuyor mu? Bu yeni baş vergisi, yaşam cezası, ahir zaman cizyesi öylece sessiz sedasız benimsenecek mi? Devlet ve sermaye buna teşebbüs edebilecek mi? Ederse ne olacak? Ekonomik şiddetin özgün yasalarıyla beraber gelmesi kural ise hangi kanlı yasalarla muhatap olacağız? Toplumsal bünyemiz ne cevap verecek?

İtiraz etme hakkı, kendisini bu işte yetkili ve meşru görenlerindir. Meşruiyet bilinci için, “sayılan bir baş/çıplak sömürü nesnesi” olmamak bilincinin canlı tutulması elzemdir; siyasal insanın toprağımızda kökenleri mevcuttur, tarihsel ve toplumsal zemini vardır. Yeni dönem, toplumla ve onun tarihi ile göğüslenebilir ancak. Milletin üzerindeki modern tozu ve toprağı atmak gibi bir görevimiz var.

Onur Şahinkaya

25 Kasım 2024

Dipnotlar:

[1] Süreç, 19.yy’dan önceye dayanıyor, kapitalizmin inşasına doğru ilerliyordu. Örnek olsun, Kadızâdelileri de doğuran bir dönemde, 1651’de İzmir’de, tarafları bir İngiliz ve İngiltere konsolosu olan ticarî bir davaya bakmak isteyen kadı, konsolosa söz geçiremedi; kadının davaya bakma yetkisinin olmadığını ileri süren konsolos mahkemeyi terk etti. Şeyhülislam Bahaî Efendi, bu konsolosu görevden almamakta direnen İstanbul’daki İngiliz elçisini, Naîmâ’nın tabiriyle “gayret-i İslamiye galebesiyle” konağına getirtti; kararından vazgeçiremeyince elçiyi dövdürdü, hapsetti. Bu hareketi, şeyhülislamlıktan azli ve bir yıl uzak kalmasıyla sonuçlandı. Ticaret burjuvazisi galebe çalmıştır. Çeşitli vesilelerle gördüğümüz bir tür AKP “tutumu” olarak da okuyabiliriz ya da ‘tarih bütündür’ diyebiliriz.

[2] Bu bahiste gayrimüslimden kasıt esasen Hristiyan tebaa olmaktadır. Nüfus oranları, tarımsal üretim, sanayi ve ticaretteki varlıkları, himayelerine aday devletlerin bulunması onları Yahudi milletinden ayırmaktaydı. Yahudiler, klasik dönemde sayıca az ve temelde devlete entegreydiler.

[3] Rosa Luxemburg, “Alman Emperyalizminin Harekât Alanı: Türkiye”, 1916, Sosyalizm.

[4] “Tam da bu noktada Garanti Bankası’nın reklâmı yayımlanıyor. Reklâmda işe giremeyen, evlenemeyen, sokakta kabul görmeyen genç işçilerin ‘dramı’, sonra da uyum sağlayan, her adımı ölçülen, kontrol edilen ve böylece hayatı küçülenlerin ‘mutluluğu’ işleniyor. Bu insan, yeni sermayenin insanı. Verilen mesaj çok net: Ya uyum sağlarsın ya da bitersin! Evlenemezsin, çalışamazsın, sokakta konuşamazsın!.. ‘Biyoçeşitlilik’, ‘rüşvetle mücadele’ ve ‘kadın istihdamı’, nasıl ‘finansal sermayenin iklim değişikliğini dikkate alan şirketlere aktarılması’ için birer bahane ise evde harcanan su miktarı gibi büyük sermaye faaliyetlerinin yanında çevresel etkisi komik düzeyde kalan kriterlerin de yeni tip emekçinin inşası için birer bahane olacağı görünüyor.” Bkz. Deniz Kuzey, “Garanti İnsan”, 1 Ekim 2022, Sosyalizm.

[5] “EBRD takes a major step forward with plans in response to the Arab spring” [EBRD, Arap baharına yanıt niteliğindeki plânlarıyla önemli bir adım atıyor], 29 Temmuz 2011, EBRD. Bu gelişmeden kısa süre önce Türkiye EBRD’ye yasal dokunulmazlık tanınmıştı.

[6] Bkz. Paul Bremer, My Year In Iraq [Irak’taki Bir Yılım], 1. Baskı, Simon & Schuster, 2006, New York, s. 37, 62, 64.

[7] Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, çev. Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Kitap, 2011, İstanbul, s. 230.

[8] Kapitalist şiddet ve rövanşın bir örneği olarak, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günlerde, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni ayakta tutmaya çalışan Egon Krenz’in 2000’li yıllara kadar takibata uğrayarak hukuksuzca hapsedilmesi, 2003’e kadar hapiste tutulması ve AİHM’in sürece onay vermesi çarpıcıdır. Krenz bugün ileri yaşlarında, bir tutum olarak olsa gerek, Baltık kıyısında hayatını sürdürmektedir, son yıllarda sesi medyada emperyalizmin Ukrayna üzerinden yürüttüğü başarısız saldırıya karşı yeniden duyulur olmuştur. 18 Ağustos 1997 tarihli duruşmada söyle diyordu: “Onurum benim için o kadar değerli ki onu fırsatçı bir şekilde diz çöküp satmaktansa onu hapishaneye götürmeyi tercih ederim… Muzaffer güç, mağlûp gücün temsilcilerinden intikam alır.” Bkz. Egon Krenz, “Wieder Hinter Mauer” [Krenz Yine Duvarın Arkasında], 1997, Jungle.

[9] Karbon vergisinin emisyon önlemeyle ilgisinin olmadığı detaya inildikçe daha iyi görülmektedir. İlk yürürlüğe konduğu ülkelerden Polonya’yı ele alalım. 1980’lerin sonundan itibaren zaten emisyonun azalmakta olduğu ülkede karbon vergisi konduktan sonra emisyonun arttığı ve azaldığı yıllar kayda girmiştir. Karbon vergisinin “işe yararlığını” savunan tezler toplam sonuçlar üzerinden, tezleri ile detaylarda tespit edilen gerçekler arasındaki uyumsuzlukları düzleyen genel kabullere dayanmaktadır. Emisyon azaltımı söylemi, ideolojik meşruiyet aracıdır. Aşağıda, yükseliş ve pandemi tedbirleri kapsamında kapanma uygulamaları dönemindeki düşüşlere örnekler verilmiştir:


[10] Marx, a.g.e., s. 809.

[11] Marx, a.g.e., s. 718 vd., 723.

[12] Marx, a.g.e., s. 712. Verginin, sermayenin aracı olması değil, bizzat kendisinin yeni kapitalist sınıfın sermayesi olması şurada çarpıcı biçimde veriliyor: “Fransa’da, Orta Çağın ilk zamanlarında senyör adına rant ve vergi toplayan ve bunları idare eden regisseur; baskı, hile, aldatma vb. yoluyla çok geçmeden kapitalist olan bir homme d’affaires (iş adamı) hâline gelir.” Bkz. Marx, a.g.e., s. 713. dn ve 258.